Pierre Bonnard (1867-1947) Femme Etendant Du Linge 1892.

Okumalar, değinmeler 

Elena Ferrante ve Annie Ernaux romanlarından hareketle iz sürmeye başladım. İz dediğim, okurken yol açtıkları çağrışımları ve hafıza tetiklemelerini dillendiriyorum. Burada dillendirdiğim çağrışımlardan söz etmeyeceğim…

İLHAMİ ALGÖR

16.11.2024

Geçtiğimiz aylarda P24 Blog’da, “Okumalar, değinmeler” başlıklı yazılar yazdım. Sonra o yazıların bir kısmını Aziz İnsanlık (1) başlığı altında kitaplaştırdık. Ardından Jül Vern Seyahat Acentesini yine p24 Blog’da tefrika ettik. Ve o da nihayete erdi. Artık yine “Okumalar, değinmeler” yazılarına devam edesim var. 

Elena Ferrante ve Annie Ernaux romanlarından hareketle iz sürmeye başladım. İz dediğim, okurken yol açtıkları çağrışımları ve hafıza tetiklemelerini dillendiriyorum. Burada dillendirdiğim çağrışımlardan söz etmeyeceğim. İz sürerken karşıma çıkan fakat ana güzergâhım olmadığı için girmediğim yan yollara değineceğim.

Ferrante ve Ernaux 1940’lı yıllarda doğdular. Napoli Romanları (Ferrante) ve Seneler (Ernaux) anlatıları, 1940’lı yıllarda doğmuş kız çocuklarının toplumsal ve tarihsel olanın içinden geçerek büyümeleri hikâyeleridir. 

Aile, okul, yaşanılan çevre, gündelik hayat, büyüme ile beraber bedenin değişmesi, kişiyi çevreleyen sosyal, kültürel dünya ve onun binbir çeşit halleri, düşünceler, duygular, iç sesler, çatışmalar, uzlaşmalar, değerler, kabuller, arzular, karşı çıkışlar…

Ancak her iki roman da benim yukarıdaki basit tanımımdan çok daha fazlasıdırlar. Mesela Seneler, “(…) ‘kişisel’ olanı yazma kodlarını yeniden kurmaya yönelik bir çaba, bir dil kurma mücadelesidir.” (2) 

Bir cümle de Ferrante, Napoli Romanları için aktarayım: “Bu makale, Elena Ferrante’nin romanlarının kadın dostluğunu ve işbirliğini, entelektüel emeğin, yazarlığın ve (yeniden) üretimin erkek merkezci, dikey hiyerarşilerini yerinden eden gerçek ve metaforik bir yan yana konumlanma olarak tasvir ettiğini öne sürmektedir.” (3)

*

Ferrante ve Ernaux’u okurken karşılaştığım, birbirlerine değdikleri, yakınlaştıkları yerler var. Mesela varsılların yoksulları görmezden gelme gibi kibir halleri. Edebiyatın gümrük sınırlarını, pasaport kontrol noktalarını takmayan yeteneği olarak kabul ediyorum bu yakınlaşmaları. Ve hınzır bir tad alıyorum bu yetenekten.

Her iki yazar da kız çocuklarının büyüme hikâyelerini verirken, olup biteni dönemin sosyalliği içinden süzüyor/damıtıyorlar. Veya varolan sosyalliğin iplikçikleri ile örüyor/dokuyorlar. 

Bu esnada ben, “acaba edebiyatta başka büyüme hikâyeleri bulabilir miyim, edebiyatın sınır aşıcı yeteneğine dair örnekleri çoğaltabilir miyim?” diye bakındım. İncecik bir kitap ile karşılaştım. Agota Kristof’un Okumaz Yazmaz (L’Analphabete) adlı anlatısı ile. (4) Yayınevi’nin tanıtım dilinden A. Kristof’u aktarıyorum: 

“1935’te Macaristan’da doğdu, Sovyet karşıtı bir devrimin ordu tarafından şiddetle bastırılmasının ardından, kocası ve bebeğiyle 1956’da ülkesinden kaçmak zorunda kaldı. İsviçre’nin Neuchâtel şehrine yerleşti, orada bir saat fabrikasında çalıştı, bir yandan da Fransızca öğrendi, tiyatro oyunları yazdı. 

Sığındığı ülkenin dilinde kaleme aldığı roman üçlemesinin ilk kitabı Büyük Defter’i, Kanıt ve Üçüncü Yalan kitapları izledi. Bu üçleme onun tanınmasını sağladı. Kitaplarında savaşın dehşeti ve bunun insanlar, bilhassa çocuklar üzerindeki etkisi, ötekilik, göçmenlik, anadil ve kimlik üzerine yoğunlaştı. Birçok saygın ödüle layık görüldü. 2011’de İsviçre’de öldü.”

*

“Sovyet karşıtı bir devrimin ordu tarafından şiddetle bastırılmasının ardından, kocası ve bebeğiyle 1956’da ülkesinden kaçmak zorunda kaldı.” cümlesi şimdilik bir kenarda dursun. Buraya  daha sonra döneceğim. Şimdilik, A. Kristof’un Okumaz Yazmaz anlatısından okul yıllarına dair bir alıntı yapacağım. Yazar 1949 senesine ait bir durumu aktarıyor. 

“Yatılı okula başladığımda on dört yaşındaydım.(…) Zengin kızların gittiği yatılı okullardan değil bu, hatta tam tersi. Kışlayla manastır, yetimhaneyle ıslahevi arası bir şey. Devlet tarafından barındırılıp beslenen on dört ile on sekiz arası iki yüz kadar kızız. 

(…) Zil sesi bizi sabahın altısında uyandırıyor, henüz uyku mahmuru bir gözetmen odaları kontrol ediyor. Bazı öğrenciler yatakların altına saklanıyor, diğerleri koşarak bahçeye iniyor. Bahçede koşarak üç tur attıktan sonra on dakika jimnastik egsersizleri yapıyor, sonra yine koşarak binaya geri dönüyoruz. Soğuk suyla yıkanıp giyiniyoruz, yemekhaneye iniyoruz. Kahvaltımız sütlü kahve ve bir dilim ekmekten oluşuyor. 

Önceki günün posta dağıtımı: İdare tarafından açılmış mektuplar. Gerekçe: “Henüz küçüksünüz. Biz anne babalarınızın yerini tutuyoruz burada.” (5)

*

Haftaya A. Kristof, Okumaz Yazmaz alıntılarına devam edeceğim. “Sovyet karşıtı bir devrimin ordu tarafından şiddetle bastırılmas…”na bakacağım.  1956 Macar ayaklanmasının neden, nasıl yenildiğini merak ediyorum. Belki oradan 1968 Prag’ına, Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği’ne giderim. Ferrante, Ernaux diye başlayıp nasıl oldu da buralara geldim… O da bende saklı şimdilik.

**

(1) İletişim Yayınları

(2) Nedret Öztokat Kılıçeri, https://sanatkritik.com/yazilar/annie-ernauxdan-seneler-les-annees/

(3) Stiliana Milkova, “Side by Side: Female Collaboration in Ferrante’s Fiction and Ferrante Studies” in Gender/Sexuality/Italy 7 (2020), 92-102. (“Yan Yana: Ferrante’nin Kurmacasında ve Ferrante Çalışmalarında Kadın İşbirliği”)

(4) Agota Kristof, Okumaz Yazmaz (L’Analphabete) çev

(5) Selahattin Demirtaş’ın, Edirne F Tipi Cezaevi’nde, kendisine gönderilen ve kendisinin yazdığı mektupları okumakla görevli komisyona yazdığı mektupta şöyle bir paragraf var:

“Milletin mektuplarını okumak ne ya: Sevgili Komisyon! Size bu satırları F tipi bir hücreden yazıyorum. (…) Ya Allahaşkına arkadaşlar, siz nasıl bir meslek seçmişsiniz kendinize? Milletin mektuplarını okumak ne ya! Kim bilir belki bunun için size bi de para veriyorlardır (Veriyorlarmış, ayda 2060 TL. Harca harca bitmez!) Ama konumuz bu değil. Gerçi konumuz nedir onu da tam bilmiyorum (Son cümleler İlhami Algör hikâyelerinden (ç)alıntıdır diyerek üstünü karalamazsınız umarım)

Bu alıntı Macar Sovyetik okul disiplini ile TC Cezaevleri arasında –kendileri istemese de- bir bağ kuruyor. Ayrıca bu alıntıyı aktarmakla kendime yontmuş oluyorum. Demirtaş’ın bu paragrafını ödül olarak kabul ediyorum.