Okumalar, değinmeler…

“Başlangıçta Seneler’de hiç kimsenin olmamasını istiyordum, dünyanın geri kalanıyla etkileşim halindeki Fransız toplumuna dair kolektif bir metin olacaktı. Fakat öyle olunca da tarih kitabına benzemesinden korktum.” (Annie Ernaux)

İLHAMİ ALGÖR

08.03.2025

Seneler romanının karakteri okulda ve okul dışında neler okuyorlardı sorusundan “televizyon’un icadı” ile çıkıyorum: “Pazar öğleden sonraları, televizyon seyretmek için elektrikli aletler satan mağazanın vitrinine yapışıyorduk. Kafeler müşteri çekmek için parayı bastırıp televizyon alıyordu.”

Mağaza vitrinine yapışarak televizyon seyretme günlerini hatırlıyorum. Televizyon Türkiyede –deneme yayınları bir yana– nihayet 1974’de haftada 7 gün yayın ile Türkiye’ye yayıldı. İlk günlerde televizyonu olmayanlar televizyonlu komşu, akraba evlerinde yaşamaya başladılar. Bu günlerin edebiyatta bir karşılığı muhakkak vardır.

Seneler’in ana karakteri kişisel olan ile toplumsal olan arasında akarken, Gilbert Bécaud ismi ve langırt kelimesi gözüme çarpıyor. Langırt Türkiye’de de yaygındı. Gilbert Bécaud ile ise 16-17 yaşlarımda, bir gece kulübünde komilik yaparken tanıştım. Kulüp bir mafya babasının mekânıydı. 19 yüzyıl sonu veya 20. yüzyılın ilk yıllarında yapılmış, denize bakan, bahçe içinde bir köşk idi. Vaktiyle bir levantene veya Osmanlı aristokrasisinden birine ait idi muhtemelen.

Ön bahçe yazlık restaurant, çatı katı kumarhane, arka bahçede gece kulübü, daha arkada tenis kortu. 1971’de dekorları boyayarak işe başladım. Sonra restoran, kumarhane komiliğinden gece kulübü komiliğine geçtim. Gece kulübü programında Nükhet Duru, Gökben, Salim Dündar isimleri ve  Ajda Pekkan’ın sevgilisi olarak ünlenmiş adını hatırlamadığım biri vardı. Orkestra ve solistler ara verdiğinde bir DJ müzik yapardı. Fransız şansonları (chanson) o mekânda modaydı. Sadece Gilbert Bécaud ile değil Serge Reggiani ile de tanıştım. DJ’in işine o kadar meraklıydım ki, bana bir teklifte bulundu. “Askere gideceğim, işi sana öğreteyim” dedi. Sonraki yaz aylarında mekânın DJ’i bendim.

Ve yine bir fotoğraf:

“Siyah beyaz fotoğrafta, iki yanı ağaçlı dar bir yolda, omuz omuza iki kız, ikisinin de kolları arkalarında. Fonda çalılar ve yüksek bir tuğla duvar, gökyüzünde iri, beyaz bulutlar. Fotoğrafın arkasında: Temmuz 1955, Saint Michel yatılı okulunun bahçesinde.”

(Temmuz 1955… Birkaç ay sonra doğacağım. Annem tıbbi bir nedenle artık hamile kalmayacağını sanıyormuş. Ben beklenmeyen olarak geldim. Veya çağrıldım.)

“İkisinin de ayağında babet ayakkabılar, esmer olan çorapsız. Okul önlüklerini fotoğraf çektirmek için çıkarmış olmalılar.” (Esmer kız, bizim ana karakterimiz.)

“On dört buçuk yaşındaki gözlüklü, esmer, ergen kızdan intikal eden algı, izlenim ve hislerle bu yazı şimdi ‘50’lerin içinde kayıp giden bir yol bulabiliyor ve kolektif tarihin bireysel hafızanın perdesine aksettirdiği yansımayı yakalayabiliyor.”

Kolektif tarih, bireysel hafıza… Biraz Annie Ernaux’yu dinleyelim, sesini daha doğrudan duyalım isterim. Kendisiyle yapılmış bir söyleşide bir soruya cevap verirken kolektif tarih ile bireysel hafızaya da değiniyor:

“Anlatı biçimini oluşturmanız zaman aldı mı?”

“Başlangıçta Seneler’de hiç kimsenin olmamasını istiyordum, dünyanın geri kalanıyla etkileşim halindeki Fransız toplumuna dair kolektif bir metin olacaktı. Fakat öyle olunca da tarih kitabına benzemesinden korktum. Gözümün önüne gelen ilk görüntü Normandiya sahilinde o küçük kızın, kendimin, dünyanın bilincine varmaya başladığım zamanki, 1945’teki fotoğrafıydı. Anlatacağım her dönem için bir fotoğraf seçerek, böyle böyle biçim yerli yerine oturdu. Ardından, ailece yenen yemekler kerteriz noktası oldu.

Aslında ana yapı çok basit: Bir yanda kolektif hafıza var, yani beşer yıllık dilimler halinde olup bitenler, olaylar ve o olayların sohbetlere yansımasını, ne yenip içildiğini, bahsi geçen tüm yenilikleri yani şimdiyi özetleyen aile yemekleri. Ve buna ek olarak bu kadının bireysel hafızasını, şimdisini ve geleceği nasıl gördüğünü anlatmaya yarayan fotoğraflar. Doğrusu bayağı sistematik. Bütün bunlar yazarken ortaya çıktı. Benim için yazı hafızanın üzerine oturan bir şey.” (Kaynak: Inrockuptibles ve L’Express Çeviren: D. Kellecioğlu, birartibir.org)

Ergenlik yıllarında dünya’ya dair hatırladıkları

Annie Ernaux, taşra ergenliğine bakıyor ve durumu parantez içinde birkaç kelime ile bağlıyor: “(Taşradaki ergenlik muhtemelen şöyle özetlenebilir: şehre inmek, hayal kurmak, kendini tatmin etmek ve beklemek.)”

“Orta üçe kadar okulda öğrendiklerinin dışında, dünyaya dair aklında neler var, ileride tesadüfen bir cümle işittiğinde, ‘Ben bunu hatırlıyorum,’ diyebileceği hangi olaylar ya da hangi üçüncü sayfa haberleri zihninde iz bıraktı? ‘53 yazındaki büyük demiryolu grevi Diên Biên Phu’nun düşüşü soğuk bir mart sabahı, okula gitmek için evden çıkmak üzereyken radyodan duyduğu Stalin’in ölüm haberi yemekhane önünde, Mendès France’ın okullara dağıttığı sütü içmek için kuyruğa giren ilkokul çocukları (…) Vannes’da birkaç kişinin çiçek hastalığından ölmesi üzerine, bütün şehir halkına belediye binasında çiçek aşısı yapılması.”

Bize de ilkokulda süt tozu dağıtırlardı. Çiçek aşısı izi kollarımızda duruyor.

Haftaya : Fransızların Cezayir’i sömürgeleştirmesi ve orada olup bitenler