Okumalar, değinmeler

“…gerçekliğin verilerinden yararlandığı için belgesel ve tarihsel, (…) metne giren parçaları kendine özgü bir biçimde yorumladığı ve birleştirdiği için kurmaca, metinde belirsiz bir imkân olarak yansıyan bir kurtuluş fikri bıraktığı için ütopik, yandaşı olduğu dünya görüşü karşısında eleştirel olduğu için yeniden kurucu…”

İLHAMİ ALGÖR

29.03.2025

Haftalardır Seneler (Annie Ernaux) ve Napoli Romanları’ndan (Elena Ferrante) söz ettim. Bu iki yazarı okurken çağrıştırdıklarından, hafızamı dürtüp hareketlendirmelerinden kalkarak bir şeyler yazdım. Okurlar, bu yazıların bazılarına katkıda bulundular. Böylece kıyıda, kenarda hep birlikte  düşünce gezdirdik. Bize bu zemini verdiği için P24 ekibine teşekkür ederim. Birkaç son değinme ile çuvalın ağzını bağlayayım, konuyu tamamına erdireyim.

Zihnimde dünyayı saran bir yazar ağı haritası var. Ferrante ve Ernaux bu haritada iki belirgin nokta. Dünyanın çeşitli yerlerinde başka noktalar, başka kadın yazarlar da var. Kişisel olan ile toplumsal olanı içiçe geçirebilen yazarlar.  Zihnimdeki ağ haritasında sadece yazarlar değil, okurlar da var. Mesela ben, şu anda ağ örüntüsünde bir yer oluşturuyorum. En azından çabalıyorum. Veya ağ’da yer alabilecek başka bir okur örneği vereyim:

“Birkaç gün önce annem aradı. Evde unuttuğum kitaplardan birini okuduğunu ve çok hoşuna gittiğini söyledi. ‘Hangisi?’ diye sordum, ‘Adı aklıma gelmiyor,’ dedi, ‘ama ince bir kitaptı’. ‘Neden bahsediyordu kitapta, biraz anlatsana, ben bulurum adını’ dedim. ‘Bizim dönemi anlatıyordu,’ dedi, ‘gençliğimin geçtiği zamanları. O günleri aklıma getirdi, kız kardeşlerimi, köydeki, mahallemizdeki kadınları.’ Kitabın hangisi olduğunu çözemeyince, ‘Biraz daha anlatsana konusunu’ dedim anneme. ‘Bir kadın vardı,’ dedi, ‘çocuğunu düşürmek istiyor ama yapamıyordu bir türlü, tıpkı bizim zamanlarımızdaki gibi.’”

Yukarıdaki alıntı, Özcan Yılmaz’ın, Annie Ernaux’nun Kızın Hikâyesi başlıklı denemesinden. (www.k24kitap.org) Yılmaz’ın annesi, Kızın Hikâyesi adlı anlatıdan söz ediyor. Böylece bana, yine aynı anlatıda yer alan, “…başkalarının da aynı zamanda yaşadıklarının tekilliğini ve yalnızlık duygusunu kıran” cümleciğini hatırlatıyor. (A. Ernaux, Kızın Hikâyesi, sf 85, Çev. Siren İdemen, Can Yayınları.) Bu cümlecik edebiyat/anlatı tanımı olarak zihnimi açıyor, yolumu aydınlatıyor. Ernaux ve Ferrante okumaları, değinmeleri sürecinden beni etkileyen, bana değen ve bende kalanlardan biri budur.

*

Düşüncelerimi yoğunlaştıran ve hafızamın kuytularında dolaşmamı sağlayan bir başka detay/etken Elena Ferrante’nin Napoli Romanları’nda sözünü ettiği mahallenin gündelik hayatındaki şiddet olgusu/kavramıdır:

“Çocukluğumuzu özlemiyorum, şiddet doluydu. Hem evde, hem dışarıda her türlü musibet gelirdi başımıza ama gene de payımıza düşen hayatın özellikle kötü olduğunu düşündüğümü hiç hatırlamıyorum. Hayat böyleydi, işte o kadar; başkaları bize hayatı zindan etmeden, biz onlara zindan etmeliyiz zorunluluğuyla büyüyorduk.” (Elena Ferrante, Napoli Romanları, çev. Eren Yücesan Cendey, Everest yayn.)

Bu ve benzeri paragraflar, Napoli Romanları ve Seneler’de okuduğum “çocukların birbirlerine taş atmaları” gibi detaylar bana bir şeyler hatırlattılar. İyi de ettiler. Aksi halde hafızamda kaybolup gideceklerdi. Bir kenara not aldığım aşağıdaki satırlardan söz ediyorum:

“Benim alnımda da geçen yüzyıldan kalma bir taş izi var. Şimdi adını hatırlamadığım bir kız atmıştı. Babası filmlerde figüranlık yapan, folk dans ekibi dansçısı, kel bir adamdı. Kel adamın çok güzel bir kızkardeşi vardı ve film yönetmeni biri ile evlendi. O gün mahalleye, gelini evinden almak için çok havalı bir Amerikan arabası geldi. Alıp gittiler. Sonra biz o havalı, heyecanlı dakikaların ardından her  zamanki doğal halimize döndük. Abiler sokakta top oynayan çocukları Süleyman Çavuş’un camını kırmaları için teşvik etti, teşviği alan çocuklar topu sert bir vuruşla Süleyman Çavuş’un camına yöneltti, cam kırıldı, Süleyman Çavuş elinde ekmek bıçağı ve diz hizasındaki uzun donu ile “kan kohir, kan kohir” diye sokağa fırladı. “Kan kokuyor” demek istiyor.

Süleyman Çavuş’u[1] tahrik etmek, mahalle abilerinin eğlencesiydi. Bu  şiddet miydi, mizah mıydı? Biz mizah olarak algılıyorduk. Mizah anlayışımıza uygun olduğu için değil, yetişkinlerin eylemlerini değerlendirecek seviyede olmadığımız için. Seyirci ve maruz kalmak dışında seçeneğimiz yoktu.

Süleyman Çavuş’un camını kırdırmak bir şiddet biçimi idi ama “komik durum” olarak kabul ediliyordu. Galiba mahallenin “komik” anlayışı farklı idi. Mesela biri inşaat teknikeri diğeri uzak yol gemi kaptanı, iki yakın dost birbirlerine “ilginç” şakalar yapıyorlardı. Kaptan, teknikere bir şaka yapmış, karşılığında tekniker kaptanın evine gidip karısından izin alıp kaptanın ceket, gömlek vs giysilerinin bulunduğu gardrop’un bir ucundan diğer ucuna tek el ateş edip bütün giysilerini delmişti.”

Napoli Romanlarındaki faşizan Solana ailesinin şiddeti, yoksul ve sahipsiz genç kız Ada’yı suistimalleri, cezasız kalışlarını ve pervasızlıklarını şimdilik bir kenara bırakıyorum.

*

“Okumalar, değinmeler” başlığı ile bundan sonra ne yöne akıp gideceğimi henüz bilmiyorum. Zihnimde henüz olgunlaşmamış bazı sorucuklar ve kitap adları dolaşıyor. Sorucuklarım şöyle şeyler:

Burjuvazinin “hayır” işlerine olan ilgisini tarihsel derinlik içinde ele alan kitaplar bulabilir miyim? + Kültür dediğimiz şey nereye kadar bireye ait? Nereden sonra bireyi bir çoğulluğun içinde eritiyor? Kültür ile koşullandırılmış, davranışları öngörülebilir bir çoğulluk ile siyaset sosyolojisi arasındaki ilişki nedir? Ve yine hangi kitapları okumam lazım, sorularımın izini sürebilmem için?

Zihnimde dolaşan kitap adlarına gelince, bir tanesi şu:  Yoksulluk Halleri – Türkiye’de Kent Yoksulluğun Toplumsal Görünümleri (İletişim Yayınları) Çok yazarlı bir derleme: Aksu Bora, Kemal Can, Ahmet Çiğdem, Necmi Erdoğan, Ömer Laçiner, Ersan Ocak, Mustafa Şen.

Yayınevinin kitabı tanıtım sayfasından iki satır aktarayım: “Açlar sınıfı konuşuyor bu kitapta… Ekonomik krizlerden önce de sonra da yoksul olan, hep yoksul kalacak olan, yoksulluğu kader gibi yaşayanlar, “en alttakiler”… Mülâkat resmiyetine girmeden, grameri düzeltilmeden, ‘langır lungur’… Kendi hallerini, gördükleri muameleyi, dünyayı, memleketi, zenginleri, kadınları-erkekleri, dini-maneviyatı, milleti-milliyeti nasıl algıladıklarını anlatıyorlar.”

Diğer kitabım ise, Direnmenin Estetiği. Yazarı Peter Weiss. (Çev. Çağlar Tanyeri – Turgay Kurultay, İletişim Yay.) Çevirmenler yoğun bir önsöz yazmışlar. Bu önsözün bir paragrafını çok sevdim:

Direnmenin Estetiği, gerçekliğin verilerinden yararlandığı için belgesel ve tarihsel, yazarının gerçek yaşamına göndermeleri olduğu için otobiyografik, metne giren parçaları kendine özgü bir biçimde yorumladığı ve birleştirdiği için kurmaca, metinde belirsiz bir imkân olarak yansıyan bir kurtuluş fikri bıraktığı için ütopik, yandaşı olduğu dünya görüşü karşısında eleştirel olduğu için yeniden kurucu, kullandığı farklı anlatım biçimleriyle hem belgeselgerçekçi hem gerçeküstücü, Batı kültürünün siyasi tarihi ve sanat tarihiyle metinler üzerinden tartıştığı için metinler arası ve kültür birikimini yeniden yorumladığı için ufuk açıcı özellikler taşıyan çok katmanlı bir derya metin.”

Bu kitaba dikkatimi çektiği için Birgül Oğuz’a minnettarım.

 

[1] Süleyman Çavuş’un “çavuş”luğu askeri bir terim değildi. İstanbul boğazında, Ortaköy-Arnavutköy arasında kalan, kömür mavnalarının yanaşıp kömür boşalttığı Kuruçeşme’de, kömür boşaltma yükleme işlerinde çalışan işçileri sevk ve idare eden adam idi.  Gaiba gözleri iyi görmüyordu ki bana gazetelerin dış haber sayfalarını okuturdu. Dünya ile ilgileniyordu.