Okumalar, Değinmeler-15: Fersudenin kenarı
Fersude kelimesinin insanın yıpranmışlığı için kullanıldığını bilmiyordum. Bu da bana ders olsun.
12.11.2022
“Erkeklerin pijama ve terlikle dolaştığı, duvarlarına takvim asılan evleri gülünç bulduğu için kendine bir hayat kuramamış̧, sahte olurum ya da kötü yaşarım korkusuyla hiç yaşamamış̧, bir kere böyle düşündüğü için başka türlü düşünememiş̧, sırf öyle söylediği için bütün hayatını ‘kelimeler uğruna’ harcamıştır.” (1)
Yine havalı bir giriş yapayım istedim. Kelimeler konusuna devam ediyorum. Bir önceki yazıda Etimoloji Işığında Kelimelerin Dünyasında Gezintiler (2) adlı kitabın sayfalarını karıştırmıştım. Karıştırmaya devam edeceğim. Fakat kelimelere dair gezintide iki durağım daha var. Birincisi, geçen yazıda değindiğim otantik/sahici konusu. Bir diğeri ise okumakta olduğum bir kitap. Sonuncudan başlıyorum.
Gümrah kelimesini nasıl bilirsiniz?
Kitabın adı Kadınlar, Devler ve Diğerleri – İran’dan Masallar (3). Yazarı Pûne Haeri. P. Haeri, kitabın iç sayfalarında kendini şöyle tanıtıyor:
“Ankara’da doğdum, iki dilli bir ailede büyüdüm. Çocukluğumun ilk yılları Ankara’nın karlı kışlarında ve İsfahan’ın çöl yazına nazır bir vahasında geçti. Şurada darbe, orada devrim ve fonda savaş vardı. Akademik eğitimim Farsçaydı, Türkçemi anneme borçluyum.”
Kitabın ikinci hikâyesinde “gümrah” kelimesinin farklı anlamda kullanımını gördüm:
“Rivayete göre bu dağın ardında orman, ormanın bittiği yerde deniz, denizden öte dağ, dağdan öte yine çöl vardı. Görkemini yitiren eski tanrılar, hiddetinden korkulan yeni ilahlar ve bunlar arasında gümrah olan aciz kullar burada yaşardı.” (Kadınlar, Devler ve Diğerleri)
Kelimeyi, gündelik dildeki kullanımından ve okuduklarımdan “bol, gür” olarak bilirdim. Ağaçlar gümrah olabilirdi. Bir su kaynağından gümrah sular fışkırabilirdi. Kelime, yayınevinin düştüğü dipnotta, “Yolunu kaybetmiş, yolunu şaşırmış kimse” olarak veriliyor. Bu benim için sürpriz oldu. Biraz bakındım, şu izahı buldum:
“Farsçada rah, hem yol hem de gidiş anlamına gelir. Güm kelimesinin Türkçe karşılığı ise kayıptır. Bu iki kelimenin birleşmesinden oluşan gümrah, yoldan sapmış kişileri tanımlamak için kullanılır.”
Bir itirazım yok, kabul. Artık kelimenin diğer anlamını da öğrendim. Fakat iki anlam arasında, “gür, bol” ile “yolunu şaşırmış…” arasında bir ilişki kuramadım. Olsun. Zengin gösterir.
Kitapta iki kelime daha dikkatimi çekti: Fersude ve tirkeş.
“O geceden sonra geçen dokuz ay on günün ardından taht bir vârise kavuştu. Hükümdar bahtiyar olmuş, fersude bedeninde dölünü taşıyan hatun unvanlara kavuşmuştu.” (Kadınlar, Devler ve Diğerleri)
Dipnotta kelime, “eskimiş, yıpranmış, aşınmış” olarak veriliyor. Kelimeyi matbaacılık terimi olarak biliyordum. Esas baskıya geçmeden önce yapılan denemelerde kullanılan kâğıtlara fersude deniliyordu. Fersude kelimesini Albayım Beni Nezahat ile Evlendir’de (4) kullanmış idim.
Artık işleri bitmiş fersudeler, şehrin üzerinde uçarak çekip gidiyorlardı ki bir tanesi belediye başkanının makam odası penceresinden içeri süzüldü. O esnada Başkan basına kürtaj karşıtı bir demeç veriyordu. Makam odasına süzülen fersudenin bir kenarında “..lam’da realite terbiyesi yoktur” cümlesi okunuyordu. İlk kelimenin iki harfi, başka bir prova baskının izi altında ezilmiş, okunmaz olmuştu. (Çok uzattım.)
Fersude kelimesinin insanın yıpranmışlığı için kullanıldığını bilmiyordum. Bu da bana ders olsun. “Tirkeş” kelimesine gelince, ona bu civarlarda “sadak” derler diye bilirim.
***
Şimdi gelelim otantik ve sahici bahsine. (Konu dışı ama Otantik Meyhane diye bir yer var.)
“1960’larda ‘otantiklik’ terimi vardı, varoluşçuluğun etkisiyle. Bunu ‘sahicilik’ sözcüğüyle Türkçeleştirdik. ‘Otantik’ dışarıda da çok istismar edilmiş bir sözcüktü, ‘yaşanmış’ olan her şeyi, bütün ‘deneyimleri’ aklamakla görevlendirilmişti. Kökleri Kierkegaard’a, 19. yüzyıl ‘yaşama felsefesine’, Bergson ve Simmel’e giden bu kavram, Simmel’in öğrencileri Lukacs ve Benjamin’in kefaletiyle sol düşüncenin gümrüğünden de geçti ve orada da kendisine bir yandaş buldu: Kökenleri yücelten popülizm, (…) geleceğin geçmişte olduğunu öne süren, eski, ‘has’ popülizm. Bu popülizmin otoriter rejimlerin yönetme cihazında havuç rolü oynadığını ve her zaman sopayla eşleştiğini söylemeye gerek yok.” (Orhan Koçak, 1992, Birikim)
Yukarıdaki Kierkegaard adına tutunarak Sahicilik Jargonu adlı kitaba geçelim:
(1900) “Yirmili yılların başlarında, felsefe, sosyoloji ve teolojiyle uğraşan birkaç kişi bir araya gelmeyi planladı. Bunların birçoğu eski amentülerini terk edip bir yenisine geçmişti; ortak paydaları bu yeni benimsenmiş dini vurgulamaya verdikleri önemdi, dinin kendisi değil. Hepsi de, o zamanlar üniversitelerde hâlâ hüküm sürmekte olan idealizmden hoşnutsuzdu. Felsefe bu kişileri özgürlük ve özerklikten vazgeçip Kierkegaard'ın pozitif teoloji adını verdiği şeyi benimsemeye yöneltmişti. (…) O zamanlar bu çevreyi ilgi çekici bulan bir ahbabım, toplantılarına davet edilmediği için biraz üzülmüştü. Yeterince sahici olmadığını ima etmişlerdi ona. (…) Bir araya gelen bu insanlar entelektüalizm karşıtı entelektüellerdi. Mutabakatlarının üstünlüğünü karşılıklı tekrar ettikleri amentüleri telaffuz etmeyenleri dışlayarak teyit ediyorlardı. (…) Heretikler bu çevreye, ‘Sahiciler’ adını vermişti.” (Theodor W. Adorno, Sahicilik Jargonu – Alman İdeolojisi Üzerine 1962-1964, Metis Yay.)
Fazla alıntı cildi bozar biliyorum ama “jargon“ konusuna da değinmeliyim. Koçak’ın dediği gibi konu, “otoriter rejimlerin yönetme cihazı” bahsine gidiyor.
“Jargon” kelimesinin karşılığı “ortak ağız”. Fikri bir ortaklığın, ortak ağzı kastediliyor. Kitabın diliyle aktarayım:
“Almanya’da bir sahicilik jargonuyla konuşuluyor, dahası yazılıyor; kullanana hem asil hem de huzurlu bir hava veren, toplumsallaştırılmış seçilmişliğin emaresi olan bu dil, üst dil olarak sunulan bir alt dil aslında. (…) Derin insani hassasiyetler sahteciliğiyle dolup taşan bu jargon, resmi olarak yalanladığı dünya kadar standartlaşmış durumda; bunun nedeni kısmen kitlelere ulaşma konusundaki başarısı, kısmen de, sırf tabiatı sayesinde mesajını otomatik olarak iletmesi. (…) Jargonun bütün sözcükleri süslü adlar değildir; ara sıra alelade sözcükleri de alıp yukarı kaldırır ve avamla seçkin olanı bilgece harmanlayan faşist kullanıma uygun hale gelene kadar allayıp pullar. (…) Bu biçim, demagojik amaçlar için elverişlidir.” (Theodor W. Adorno, Sahicilik Jargonu)
Son alıntının dili zehir zemberek. Alt dil’in üst dil olarak sunulması, sahte insanı hassasiyetler (kelimeleri ben kara/bold yaptım) meselesi, çağrışımları ile birlikte bugüne de dokunuyor. “Muhteşem ecdadımız” şeysi mesela. “Ver gazı” durumu. Alıcısı da var. Duyguların siyasetteki yeri, duygu siyaseti kavramları son yıllarda öne çıkmaya başladı.
“Gerçek görünmeni değil, gerçek olmanı istiyorum”
Koçak ve Adorno alıntıları işin bir boyutu. Daha yakın zamanlara gelelim ve sahicilik şeysine başka bir boyut/örnek ile bakalım. Dizi filmlerden birinde adam kadına, sevişirken numara yaptığını söylüyor. Kadın “Evet, yapıyorum “ diyor. Sonrası şöyle:
“Adam – Numara yapmanı istemiyorum. Yakınlık kurmamız gerekmiyor mu?
Kadın – Evet ama sana özgüven de depoluyoruz ki potansiyelini gerçekleştir. Porno izlediğini biliyorum. Gösterişli seksten hoşlanman normal.
A – Ama ben gösteriş istemiyorum. Senin gerçeğini istiyorum.
K – Bundan sonra daha gerçek görünürüm.
A – Gerçek görünmeni değil, gerçek olmanı istiyorum.
K- Aradaki fark ne, anlamadım?!..” (5)
***
Geçen hafta Kelimelerin Dünyasında Gezintiler ile başladım, oradan yola revan oldum, rahvan geldim, yine aynı kitaptan bir alıntı ile bitireyim. Kitabın son bölümünden, “Çarpıcı Etimolojiler” başlığı altında sıralanan kelimelerden bir tanesi şu:
Avokado: “Kelime anlamıyla husye, haya, er bezi. Güney Amerika’nın yerel dillerindeki bir kelime. İspanyollar bildiğimiz meyveyi bu kelime ile adlandırmışlar. Bağlantı noktası: meyvenin biçim.”
Buralarda ona “billur” derler benim bildiğim.
Selam sevgi ile
*
(1) Nurdan Gürbilek Yazısı: “Kemalizmin Delisi Oğuz Atay”
(2) Bülent Aksoy, İletişim Yay.
(3) P. Haeri, Nemesis Kitap
(4) İ. Algör, İletişim Yay.
(5)Tayfun Atay bu örneği “gerçekliğin kaybı” olarak, “gerçeklik gösterisi”nin gerçeğin yerini almasına dair aktarıyor.
Acaba insanlık orgazm taklidine niye ihtiyaç duydu? Sorunun arkasından gitmeye değer mi bilmiyorum.
Müessese ikramı:
“1867 Paris Dünya Fuarı’na giden Padişah Abdülaziz, Fransız başkentindeki gazetecilerde ve onu merakla bekleyen sosyetede büyük hayal kırıklığı yaratmıştı. Yeterince otantik değildi Osmanlı Sultanı. Geniş bir haremle gelmemişti, başında türban, sırtında işlemeli kaftanlar, yanında Afrikalı köleler yoktu.” (“Yeterince Otantik Değilsiniz Padişahım” Modernlik, Dindarlık ve Özgürlük, Dilek Zaptçıoğlu, İletişim Yay.)
—–
Kapak Görseli: Stefan Keller (Pixabay)