Okumalar, Değinmeler-16: “Bıktı dünya benden. Ben de ondan.”

Herkes o tür anların eşiğine gelir, hatta içinde kalır. Fakat genellikle iç geçirip geçeriz.

İLHAMİ ALGÖR

19.11.2022

Bir süredir yollardayım. Bu yazıyı at sırtında yazdığımı kabul edin lütfen. Aylardır “çok bilmiş” edalı yarı didaktik yazılar yazıyorum. Biraz durup düşüneyim istedim.
 
P24 yazılarına “nesneler anlatabilirler” başlığı ile başladım (Kasım 2021). “Nesneler anlatabilirler”e dair başlangıç fikrim, TC ceberrut tarihini, pogrom/kırım/tertele ve diğer eziyetlerini, “nesneler” üzerinden görünür kılmaya çalışan bir dijital sergi hayali idi. Belki birileri sergiyi ziyaret eder, katkıda bulunurlardı. Katkılar, yapılan işin donup kalmamasını, nefes almasını sağlayabilirdi. Sergiyi yapamazdım ama hayalimi kâğıda dökebilirdim.
 
Tanıklıklar okudum, nesneleri not ettim. Edebiyatı tarayarak, pogrom/kırım/tertele tanık anlatımlarında adları geçen nesnelerin edebiyatta karşılıklarını bulmaya çalıştım. (Herkül Millas’a, Türk Romanı ve “Öteki", Ulusal Kimlikte Yunan İmajı adlı kitabı için bin kere teşekkür ederim) Türk ve Müslüman olmadıkları için canlarına, varlıklarına el konulan, dillerini ve kimliklerini gizlemeye itilenlerin herkes gibi bir gündelik hayat dokusu içinde yer aldıklarını göstermek istedim. Böylece itilip insandışılaştırılan “ötekileri” savunmak istedim. Yapabildim mi? Sanmam. En azından denedim. Yine denerim.
 
***
 
“Nesneler anlatabilirler” fikri ile giderken anlatılara bulaştım ve “Anlatılar nesneleşebilirler” ifadesine geldim. Gerçekten bir anlam’a mı vardım, yoksa dil oyunu ile kendimi mi kandırdım emin değilim. (Anlatıların nesneleşmesi konusundaki düşüncelerim henüz ham.)
 
İlk yazıdan bu yana yıl geçti. Biraz yoran bir rahatsızlık ve halen süren nekahet’i ile geçti. Zaman zaman yan yollara girdim ise de yazılarımın ana aksı nesneler ve anlatılar oldu. Anlatılar konusu, son haftalarda biraz öne çıktı. Ve biraz da bu yüzden nesneleri düşünmeyi özledim.
 
Nesnelere dönebilirsem başka açılardan da bakmak isterim. Mesela basit (dediğimiz) nesnelerin gündelik hayatımızdaki yerleri, onlarla kurduğumuz ilişkiler açısından bakmak isterim. Buzdolabı poşetleri ile geçen ömrümüz gibi.
 
Yeşillikler poşet içinde buzdolabına girer. Poşetin ağzı hafifçe düğümlenir. Sonra yeşillik gerekir, poşet düğümünü çözer, alacağınızı alıp, tekrar düğümleyip ve yine buzdolabı kapısını açıp ve sebzelik rafına…
 
Veya mutfak bezi, sofra bezi, cam bezi, toz bezi şeklinde bez grubu ile hayatımız gibi.
 
İnsanı özne kılıp bakarsak “ne var bunda, alt tarafı bez ve gündelik hayatın temizlik işlerine yarıyorlar” diyebiliriz. Kabul. Fakat nesneyi özne kılıp bakarsak, o bezin ucunda insan dediğimiz bir canlı türü sürekli bir şeyleri, bir yerleri silip duruyor. Sonsuza kadar siliyor. Kendi sonuna varana kadar siliyor. Nesneyi özne kılan bakışımız bir an bile sürse, o an yabancılaşma duygusu oluşuyor. Benim derdim de o an işte.
 
O an –eğer isterse– insanın hayata nasıl katıldığını, bu gezegenin neresinde ne yapmakta olduğunu görebileceği, sezebileceği kısa bir aralık bence. Herkes o tür anların eşiğine gelir, hatta içinde kalır. Fakat genellikle iç geçirip geçeriz. O iç çekişin sebebini sezeriz ama dil ile ifadesi zordur. İnsanın “ne yaşıyorum nasıl yaşıyorum” sorusu ile yüzleşmesi zordur. Erteler ve devam ederiz. (Çok bilmiş ilaami bey.)
 
***
 
Gazete Duvar’da, “Trabant yeniden arzu nesnesi olurken” (*) başlıklı yazısında A. Tulgar şunları söylüyor/söyledi:
“Gündelik hayat nesnelerinin göstergesel kültürel işlevleri bize bizi anlatır. Ve estetik, sosyolojik ve tarihsel açıdan hem doküman hem anıt işlevi görürler. Nesnelerin tasarımlarında ve kullanımlarında beliren farklar ve benzerlikleri çözümleyerek bir topluma ve o toplumun belli bir dönemdeki durumuna dair önemli ampirik ve estetik veriler elde edilebilir.”
 
Yukarıdaki “tasarım” ve “kullanım” kelimeleri, nesneler ile ilişkimize dair yol gösterici olabilir. Mesela, göğüs bölgesinde sergilemek üzere tasarlanmış bir nesne olarak madalyalar. (Toz bezinden madalyalara gelmek de enteresan.)
 
Mesela Osmanlı zamanında Dersimliler Rus işgaline karşı durdukları için Osmanlı kendilerine madalya verdi. Hatta Seyit Rıza, Erzincan İl İdaresi üyeliğine atandı. Sonra 1937-38 senesi geldi ve TC, Dersim’i kırdı. (**) Seyit Rıza’yı astı. Bu kırımda katkısı olan birilerine Atatürk imzalı madalyalar verildi.
 
Üstü kapalı konuştuğum düşünülebilir. Açayım. Toz bezi ile geçen ömrümüze dair bir yüzleşme ne kadar zor ise, Atatürk imzalı Dersim madalyası ile yüzleşmek de o kadar zor.
 
(İletişim Yayınları’ndan, Post-Post-Kemalizm, Türkiye Çalışmalarında Yeni Arayışlar başlıklı çok yazarlı bir kitap var. İlker Aytürk ve Berk Esen derlemiş. Açık fikirli, cesur bir önsözü var kitabın. Atatürk demişken hatırlatmak istedim.)
 
***
 
Bağlıyorum veya kapatıyorum. Bir kitap gördüm, adı Haritalar ve Topraklar (M. Houellebecg). Kitap şu epigraf ile başlıyor: “Bıktı dünya benden. Ben de ondan.” Orleans Dükü Charles
 
Çok imreniyorum böyle girizgahlara. İnsanın gözü takılı kalıyor. Allam bana da kısmet et böyle sahne alışları.
 
*
(*) Trabant: Doğu Alman araba modeli. Dönemi, Doğu Bloku hayatı ile bakarsak, sadece bir araba değil.
(**) Annemin babası, dedem, adı Murat. Erzincan’da 1938’den önce bir gün tuz almaya gitmiş at ile. Dönüş yolunda soymuşlar. Eve yalınayak ve k.çında donu ile dönmüş. “Dersimin eşkiyaları” soymuşlar.
Kendisi de Dersimli fakat dayımın anlattığına göre bir gün bir hükümet yetkilisine (sivil/asker) “Bıktık bu Dersimlilerin haydutluklarından” gibi bir laf etmiş.
1938’de “hükümet yetkilileri”, dedem Murat’ı, abisini ve henüz 15 yaşında Ziraat Mektebi talebesi olan küçük kardeşini Zıni Gediği mevkiinde kurşuna dizmişler. Yaklaşık yüz kişiyi daha. Kemikler hâlâ orada duruyor.
Çok mu meraklıyım geriye dönük hatırlamalara? Hayır, değilim. Esasen Blade Runner, Westworld gibi anlatılarda konu edilen “yapay insan”, hafıza ve hatırlamak, teknoloji, gelecek vb. konuları ile meşgul olmak isterim. Ve aynı anda ilk P24 yazısında değindiğim, Talat Paşa’nın Krikor Zohrab’ı uğurlarken yanağına kondurduğu öpücüğü de merak ediyorum. Ölüm emrini verdiğin birini öpmek …!? Acaba İttihat Terakki geleneği midir?
Dipnotun notu: İlkokul öğrencisi iken 23 Nisan, 19 Mayıs, 10 Kasım gibi günlerin törenlerinde bana mikrofon verilirdi. Şiir ya da bir metin okurdum. Türkçem iyi idi. Öğretmenler arasında lakabım “küçük Ata” idi. Bu gezegen enteresan bir yer.
En dipnot: Dipnot alanını seviyorum. Burası daha özgür.
 
—–
Kapak Görseli: Steve Buissinne (Pixabay)