Okumalar, Değinmeler-19: Seneler ve Sene: 1942

“Bir arada yaşamayı olabildiğince sürdürme arzusu”… Bu da bize ders olsun.

İLHAMİ ALGÖR

10.12.2022

Kitabın adı; Seneler (1). Yazarı Annie Ernaux. 2022 Nobel Edebiyat Ödüllü bir kitap veya ödüllü bir yazar.
 
Annie Ernaux, 1940 Normandiya/Kuzey Fransa (Lillebonne) doğumlu. İşçi sınıfına mensup bir ailenin çocuğu. Kitabın girişinde Ernaux ve anlatıları hakkında şunlar yazıyor:
“Mazbut bir çevrede büyüdü, edebiyat öğrenimi gördü ve uzun yıllar boyunca edebiyat öğretmenliği yaptı. Kişisel deneyimle toplumsal tarihi birleştiren unsurları daha ilk romanı Armoires vides’le (Boş Dolaplar) ortaya koydu. Sınıf atlama, evlilik, kadın özgürlüğü, cinsellik, kürtaj, hastalık, yaşlılık ve ölüm gibi meseleleri kendi deneyimleri üzerinden aktarırken, arkaplanda daima toplumsal yaşam ve onu oluşturan kültürel, siyasi, tarihi olaylara yer vererek, ‘toplumsal bellek’ yazını olarak nitelenebilecek eserlere imza attı. (…) Halen Cergy’de yaşamaktadır.”
 
Karıştırıyorum sayfaları:
“…savaş sonrası, Yvetot’da, yıkıntıların kenarında kafe olarak işletilen barakanın arkasında, güpegündüz çömelmiş çişini yapan kadın doğrulup külotunu çekiyor, eteğini indirip kafeye dönüyor.”
 
Bu ilk sayfa, ilk satırlar. Hafif sert girdi Ernaux. Benim anladığım, yıkıntılar arasında hayat kendini yeniden kurmaktadır, elinden geldiği kadarıyla.
 
Birkaç sayfa ileride:
“Savaş sonrasının bayram günlerinde, sofra başının sonu gelmez yavaşlığında, hiçlikten çıkar ve şekle bürünürdü çoktan başlamış zaman; bizlerin olmadığı ve hiçbir zaman olmayacak olduğumuz zaman, önceki zaman. Misafirlerin birbirine karışan sesleri, dinleye dinleye neredeyse bizim de tanık olduğumuza inandığımız ortak hadiselerin büyük anlatısını örerdi. (…) ’42 yılının dondurucu kışını anlata anlata bitiremezlerdi; açlık, şalgam, iaşe ve tütün karneleri, bombardımanlar. (…) yollarda Bozgun manzaraları, at arabaları, bisikletler, yağmalanan dükkânlar (…) Almanların gelişi (…) patavatsız Amerikalılar, işbirlikçiler. Direniş’e katılan komşu, bilmem kimin Kurtuluş’tan sonra kafası kazınan kızı (…) Açlık ve korkunun ortak zemininde her şey, ya özne belirtilmeden ‘yapıldı’, ‘edildi’ diye ya da ‘biz’ diye anlatılıyordu.”
 
Birkaç çağrışım
Ernaux’un “’42 yılı…” dediği yıllar, buralarda gündelik dilde “Alman harbi” olarak anılırdı. + İşbirlikçiler ve direnişçileri, sinema ve edebiyattan hatırlıyorum. + Yüzyüze gelmişliğim olan, tanıdığım bir direnişçi, Almanların Yunanistan’ı işgal ettiği yıllarda, Atina’da liman bölgesini korumak, kollamakla görevli bir yer altı direniş örgütünde “capitan” rütbeli idi. Fethiye Kayaköy’den sürgündür. + Sohbetlerde duyduklarım ve okuduklarım ile söyleyebilirim ki, benim kuşaktan bazı Avrupalıların anne-babaları, yakınları, Alman harbi yıllarında ve sonrasında çok ter döktüler, mücadele ettiler. Bu, Avrupa’nın direngen yüzü. Ben bir romantik olarak Avrupa’nın bu yüzünü, toptancı anti-Avrupacılar’a karşı hep savundum.
 
Fakat, artık
“Avrupalı” ifadesi günümüz dilinde olumsuz tınlıyor. Göçmenlere kötü davranıyorlar, AB üst yargı organlarının ve siyasi birimlerinin tavırlarına bakarsak, demokratik olmayan ülkelerle ilişkilerini kendileri için (müesses nizamları için) “fayda” temelinde kurguluyorlar. Avrupa’ya sık gidip gelen bir arkadaşım, “tuzları kuru, başka bir dünyada yaşıyorlar” dedi.
 
Yine de benim gibi romantikler, Avrupa siyasi kurumlarından insan hakları gibi konularda demokratik ilkelere bağlı kalmalarını talep ediyor, benimle benzer talepleri olan Avrupalıların sosyal siyasal kültürel hak savunularına, eylemlerine kulak kabartıyor.
 
Alman Harbi yaşamış Avrupalı kuşağın geride bıraktığı miras’a, yıkıntıların arasından yeni bir hayat kurabilmek yeteneğine güvenmek isteyen tek kişi ben değilim. Mesela Daron Acemoğlu (Massachusetts Teknoloji Enstitüsü Ekonomi Profesörü) birkaç yıl önce, koronavirüs sonrası devletlerin hangi yönlere gidebileceğine dair dört farklı senaryo kaleme almıştı. Son senaryoda şunları söylüyordu:
“Yeni ve daha iyi bir refah devleti mümkündür.
Ancak bunun kendi başına ve kolayca ortaya çıkacağına inanmak naifliktir. Demokrasiyi ve hesap verebilirliği güçlendirmeye yönelik çabalar, devletin sorumluluklarının genişletilmesi ile birlikte ele alınmalıdır. Doğru dengeyi bulmak en iyi zamanlarda bile zor olur. 
Benzersiz bir kutuplaşmanın yaşandığı, demokratik normların çöktüğü ve kurumsal kapasitenin bozulduğu bir zaman diliminde, yenilenmiş ve tekrar düzenlenmiş bir refah devleti kurmak oldukça zor bir görev. Ancak tıpkı İkinci Dünya Savaşı kuşağı gibi, denemekten başka şansımız yok.”

Yukarıdaki düşüncelere daha önce yine bir P24 Blog yazısında başka bir nedenle değinmiş ve şöyle yorumlamıştım:
“Daron Hoca’nın son cümlesi bende ‘5. günün şafağında doğuya bakın’ etkisi yaptı. Yüzüklerin Efendisi dizisinin son bölümünde, bütün ümitlerin bağlandığı ânı işaret eden, ipek eşarp şıklığında bir cümle. ‘Ölme eşeğim ölme’ de diyebiliriz.”
(İç ses: İnsan bir düşünceye hem katılıp hem de eleştirel mesafe alabilir mi?)
 
***
 
Annie Ernaux, Seneler’de savaş sonrasına dair şunları yazıyor:
“Kurtuluş’un ardından gelen coşku ateşi sönmeye başlamıştı. Herkesin aklı fikri dışarı çıkmaktaydı, dışarıdaki dünya ânında tatmin edilecek arzularla doluydu. Milli Piyango çekilişlerinden muzlara ya da havai fişek gösterilerine, savaş sonrasının bütün ilkleri öylesine ayartıcıydı ki herkes her şeye hücum ediyordu. Kızlarının koluna girmiş ninelerden bebek arabalarındaki süt çocuklarına, bütün mahalle itiş kakış arasında ayak altında kalmayı göze alarak panayırlara, meşaleli gece yürüyüşlerine, Bouglione sirkine koşturuyordu. (…) Bir arada yaşamayı olabildiğince sürdürme arzusuyla, dinî ya da dünyevi, hangi vesileyle olursa olsun, sokakta beraber bir şey yapma fırsatını kaçırmıyorlardı.”
 
“Bir arada yaşamayı olabildiğince sürdürme arzusu”…
Bu da bize ders olsun.
 
Başka bir çağrışım
II. Dünya/Paylaşım Savaşı’na dair toplama kamplarını bile unutturacak kadar sık tekrarlanan bir detay vardı. Naylon çorap modasına dair bir detay: “Kadınlar bacaklarının arkasına kalem ile çizgi çekiyorlar ve böylece çoraplı oldukları hissini veriyorlar.”
 
Kadınların bacaklarında naylon çorap yokken, varmış gibi bir yanılsama üretmeleri yanmış kararmış bir hayatın neşesine sahip çıkma çabası olarak düşünülemez mi? Savaşı çıkaran ve sürdürenlerin suratlarına tüküren, onları deşifre eden yayınlar yapmak varken, savaşın boktanlığını kadın çorabı üzerinden perdelemek… Cümleyi isteyen istediği gibi tamamlasın lütfen.
 
Son çağrışım
Yukarılarda, metinde 1942 yılı geçtiği için değiniyorum. 1941 yılında Orhan Veli, Oktay Rıfat, Melih Cevdet Garip adlı ortak bir kitap yayınladılar. Garip Hareketi’nin doğuşu olarak anılır. Garip Hareketi, gelenekten ve yerleşik şiirden kopuş olarak tanımlanır.
 
Selam sevgiyinen
 
*
(1) Seneler, Annie Enaux, Çev. Siren İdemen, Can Yayınları
Annie Ernaux ile ilgii bir detay:
K24 edebiyat platformunda Eylül Görmüş, Maddie Mortimer ile Mortimer’in Muhteşem Bedenlerimizin Coğrafyası adlı kitabı (Timaş Yay., Çev. Elif R.Özcan) için bir söyleşi yaptı. Söyleşinin bir yerinde E. Görmüş, Annie Ernaux adını zikretti. Aktarıyorum:
“…Özkurmaca son yıllarda yükselen bir tür olarak öne çıkıyor, geçtiğimiz ay Annie Ernaux’nun Nobel Edebiyat Ödülü almasıyla özkurmacanın itibarı iyice tescillenmiş oldu sanki. Yazarlar kendilerini çok büyük, çok görkemli hikâyeler anlatmak zorunda hissediyordu eskiden, ancak son 30 yılda özellikle kadın yazarların başını çektiği bir dönüşüm izliyoruz ve gayet kişisel ve süssüz hikâyelerin de iyi anlatıldığında pekâlâ iyi edebiyat olabileceğinin kabul edildiği bir süreçten geçiyoruz. Sen kendi edebiyatını özkurmacaya ne kadar yakın görüyorsun ve bu dönüşümle ilgili neler düşünüyorsun?” (Sorunun cevabı ve yazının tümü için bkz.)
 
—–
Kapak Görseli: “The Super 8 Years” (Les Fillms Pelleas)