Okumalar, değinmeler

Yazıyı yanlara doğru esnetmiş ve kutsal ana akıştan ayrılmış, bir nevi günaha batmış olabilirim. Ama kendimi savunmama izin verin

İLHAMİ ALGÖR

10.05.2025

Bir önceki yazıda, Nurdan Gürbilek’in şu cümlelerinden hareketle bir şeyler hatırlamaya başlamıştım: “Tuğcu hikâyesinin görmüş geçirmiş ustaların, namuslu insanların oturduğu eski mahallenin methiyesi olduğuna bakmayın. Mahallenin apartmanların gölgesinde kaldığı, gecekonduların şehri kuşatmaya başladığı, yoksul çocukların iyi kalpli ustaların yanında değil, ‘el kapısı’nda çalışmaya başladığı yıllar bu yıllar.”

“apartmanların gölgesinde kalan mahalle” ifadesi Keşanlı Ali Destanı’ndan (Haldun Taner) koronun şarkısını hatırlattı: “Sinekli dağ burası. Şehre tepeden bakar. Ama şehir ırakta. Masallardaki kadar.”

Keşanlı Ali Destanı, filme çevrildi. (Atıf Yılmaz, 1965) Fatma Girik rol aldı. Gecekondu’nun penceresinden, şehrin apartmanlarına bakarak şarkısını söyledi: “Böyle mi geçecek ömrüm. Yetti be gaderin cevri. Bana günah değil mi? Batakta solan bir gülüm.”

Keşanlı Ali Destanı (Atıf Yılmaz, 1965)

Hakikaten de bu esnada, şehrin çok katlı yapı blokları, sert düşey çizgileri ile Sinekli Dağ’ın eğik, kıvrak çizgili, ortaya karışık mimarisine göre başka bir dünyaya ait oldukları hissini vermektedir.

O başka dünyaya hep birlikte katıldık. Onu arzu ettik, hızlandırdık, geliştirdik. Ama kamu yararı esasına göre düzenleyemedik. Mesela 1970 askeri darbesi hayatımızı kamu yararına düzenlemeye çalışan girişimlerin yolunu kesti ve kafalarını kırdı.

1960’larda uyaran, direnen sesler yok değildi. TİP vardı. CHP “ortanın solu” demeye başlamıştı. Ve füze krizi ve “Johnson mektubu” adlı krizler başımızın üstünde uçuşuyordu. Sovyetler Küba’ya füze rampaları yerleştirince ABD sert çıktı, Kruşçev de “o halde siz de Türkiye’dekileri sökün” dedi. Sonraki kriz “Johnson mektubu” idi ki Obama’nın beyzbol sopalı fotoğrafı gibi bir mektuptu. İsmet İnönü mektuba, “Yeni bir dünya kurulur, Türkiye orada yerini alır.” cevabını verdi.

Ben o zamanlar çelik çomak veya misket oynuyordum. Yukarıda yazdıklarımı sonradan öğrendim. Fakat Kennedy öldürüldüğünde (1963) annemin “Yazık oldu, iyi adamdı” dediğini hatırlıyorum. Annem gazetelerin sadece iri puntolu başlıklarını okuyabilirdi. Bu cümleyi kurabilmesi, evimize gelen üniversite öğrencilerinden veya politik birikimi olan misafirlerimizden duydukları ile mümkün olabilmiştir sanıyorum.

Ana akışa dönüyorum. Gürbilek’in aşağıdaki cümlelerinin bana hatırlattıklarına: “Mahallenin apartmanların gölgesinde kaldığı, gecekonduların şehri kuşatmaya başladığı, yoksul çocukların iyi kalpli ustaların yanında değil, ‘el kapısı’nda çalışmaya başladığı yıllar bu yıllar.”

Nurdan Gürbilek

Diğer hatırlamam şudur: Muhtemelen ilkokul birinci sınıftayım. Babam, annem ve ben, Kuştepe ya da Gültepe’ye gitmişiz. Yeni kurulmuş, gecekondudan ayrışmaya çalışan bir semt. Yolları toz çamur. Fakat sinema inşaatı var.

Buradaki “fakat” kelimesi, “yolunuz yok sinema neyinize” anlamında değil. Hayata sarılma biçimi, yaşama azmi olarak görüyorum sinema girişimini. Toz toprağın içinde bu azim, kâr elde etmenin yanısıra hayatta kalma enerjisi olabilir. Kâr elde etmenin hayata dair bir itici güç olduğunu biliyoruz. Fakat kamu yararını gözeten demokratik denetim yok ise bu güç hayatın kendisini itebiliyor.

Neyse, sinemanın girişi “pasaj”. Dükkânlar olacak, kira getirecek. Babam bu inşaatın hissedarı. Babam kendi emeği ile çalışan küçük girişimci. İstanbul meyve sebze Hali’nde köfte tezgâhı var. Hal, arı kovanı gibi bir yer. Pederim meyva, sebze sandıklarını ters cevirip uzun masalar yapmış, yanında bir iki delikanlı çalışıyor. (Hayal meyal hatırladığım tek karelik bir görüntü bu.) Müşteriler vızır vızır. Muhtemelen parayı böyle biriktirdi.

Sinema işine giren adam babamın aklını çeldi, parasını aldı. Annemin sezgileri güçlü, babam saf. Annemin ömrü babamı bu tür girişimlerden korumaya çalışmakla geçti. Babam, kendi kararlarını almak isteyen, bu nedenle anneme inat ters kararlar alan bir adam. Parayı vermiş belli ki.

Kim ki bu inşaatçı adam? Bir köftecinin birikimi, sinema, pasaj inşaat bütçesinin yanında devede kulak kalır.  İnşaatçının o paraya neden ihtiyacı var? Şimdi tekrar düşününce yanık kokusu alıyorum. O yaşlarda düşünemem. Çok küçüğüm. Seziyorum ve kaydediyorum.

İnşaatçı muhtemelen tanıdık biri. O da bir Erzincanlı olsa gerek. Hemşehrilik bir dayanışma biçimi olduğu kadar bir kerizleme biçimi de olabiliyor.

Neyse Gültepe’deyiz (belki de Kuştepe idi). Annem, pederim ve ben, gidip adamı buluyoruz. Pederim hissesini geri almak, ayrılmak istiyor. Muhtemelen 1960 Mayıs’ının hemen sonrasındayız. Çünkü 1960 askeri darbesi (ihtilal veya devrim diyenler de var), pederimin köfte tezgâhını bozmuş. Sebebi, babamın kâğıt üstünde Demokrat Parti (DP) üyesi olarak görülmesi. Oysa DP ile ilgisi yok. DP mezardakileri bile üye olarak kaydetmiş. (Şimdi AKP de benzer şeyler yapıyor.)

Neticede pederim –adı ile Mustafa–  yatırdığı parayı geri alamadı. O yıllarda herkes Almanya’ya gidiyor. Kaçak işçi olarak gitti. 6 ay sonra annemi özlemiş olarak Avrupalı bir ceket ile bıyıksız olarak geri geldi. İlk ve son defa bıyıksız gördüm.

Yazıyı yanlara doğru esnetmiş ve kutsal ana akıştan ayrılmış, bir nevi günaha batmış olabilirim. Ama kendimi savunmama izin verin. “Gürbilek’in düşüncelerinden, ifade edişinden etkileniyorum,  çağrışımlara, düşüncelere sebep oluyor” dediydim. İnsan, Gürbilek metinleri gibi kendine ait sesi olan metinlerde zihnen ve ruhen özgürleşiyor. Çağrışımlar ile yolculuklara çıkıyor. Gürbilek’in metinleri “yalnız bana bak” diyen metinler değiller.

Yoksulluk diye başladım yazı nerelere gitti geldi. (En sevdiğim şekil.) Haftaya kutsal ana akışa döneceğim. Nurdan Gürbilek’in, “Orhan Kemal’in yoksulluğa bakışını Tuğcu’nunkinden kalın çizgilerle ayıran şey ne?” (Sessizin Payı, Metis) sorusundan devam edeceğim.

Selam sevgi ile