Okumalar, Değinmeler-20: Yıkıntı ve yanık kibritler

Yıkım Edebiyatı savaş sonrası başladı ve 1950’lerde söndü diyorlar. Kibrit çöpünün yanıp sönüşü gibi.

İLHAMİ ALGÖR

17.12.2022

Annie Ernaux’un Seneler kitabına devam ediyorum. II. Dünya Savaşı sonrasının gündelik hayatı ilgimi çekiyor. Biz, III. Dünya ülkesi olduğumuz için bu savaşa girmedik. Yine de savaş bizi de vurdu.
 
Mesela bakınız:
“Rıfat Ilgaz’ın Karartma Geceleri, İkinci Dünya Savaşı’nın sınırlarımıza dayandığı 1944 yılında yayımlanır. Ülkede, ekmek, şeker, yakacak gibi temel ihtiyaç maddeleri karneye bağlanmış, dışarıdan gelebilecek ani baskınları önlemek amacıyla geceleri her yerde karartma uygulaması başlamıştır. Şairlere, yazarlara, düşünürlere baskı uygulanan bir dönemdir aynı zamanda.” (Leblebitozu.com)
 
Annie Ernaux, savaş sonrası yeniden inşa:
“Dönüp duran vinçlerin kesik kesik gıcırtıları arasında, topraktan Yeniden-İnşa binaları yükseliyordu. Karne günleri geride kalmıştı, yenilikler, sevinçli bir şaşkınlıkla karşılanmalarına yetecek zaman aralıklarıyla peş peşe geliyor, sohbetlerde bunların faydaları enine boyuna değerlendirilip tartışılıyordu. (…) Mutfak masasında ödev yaparken, Radio Luxembourg’dan yükselen şarkılar ve reklamlar gelecekteki mutluluğu müjdeliyordu, ancak ileride satın alma imkânına kavuşabileceğimiz namevcut şeylerle kuşatılmış hissediyorduk kendimizi.”
 
Ve bakınız ki yine nesneler:
“Eşyaları arzulayacak zamanımız vardı, plastik kalem kutusu, kauçuk tabanlı ayakkabı, altın saat. Elde ettiğimizde bize hayal kırıklığı yaşatmıyordu onlar. Başkalarını hayran bırakmak için sergiliyorduk her birini. Seyretmekle ya da dokunmakla azalıp tükenmeyen bir sihir ve büyü barındırıyorlardı. Onlara sahip olduktan sonra bile durmadan evirip çevirerek, kim bilir ne bekliyorsak, hâlâ bir şeyler beklemeye devam ediyorduk.”
 
Dario adlı bir sürpriz:
“…Sonbaharda panayırda dönme dolap ve atlıkarınca. (…) ve o soğukta göğsü bağrı açık elbise giymiş bir kadın, laf kalabalığıyla seyircilere ateşli bir gösteri vaadinde bulunurdu: ‘Gece yarısından sabahın ikisine kadar Folies Bergère’, on altı yaşından küçüklere yasak. Perdenin arkasına geçmeye cüret edip de sırıtarak dışarı çıkanların yüzlerinden içeride neler görmüş olabileceklerini tahmin etmeye çalışırdık. Durgun su ve yanmış yağ kokuları arasında şehvetin kokusunu alırdık. Bir süre sonra çadırın perdesini aralayacak yaşa gelmiştik. Üç kadın tahta bir yükseltinin üzerinde bikiniyle dans ediyordu. Işıklar sönüyor, tekrar yandığında belediye meydanının asfalt zemininde ayakta dikilen üç-beş seyircinin karşısında bu sefer göğüsleri çıplak, kıpırdamadan duruyorlardı. Dışarıda, hoparlörlerden Dario Moreno’nun şarkısı Ey mambo, mambo italiano gümbürdüyordu.”
 
Moreno kavşağı
Dario Moreno’yu severim. Benim kuşağım için “Deniz ve mehtap, sordular seni, neredesin? Nasıl derim terk etti. Bırakıp beni gitti…” (1) şarkısının hafızalarda yeri var.
 
Moreno için genellikle olumlu şeyler yazılır. Fakat Zaven Biberyan, Mahkûmların Şafağı (2) adlı kitabında farklı cümleler kuruyor Moreno için.
 
Ön bilgi/özet: Moreno, Avrupa’daki savaştan uzak kalmak için memleketine, Türkiye’ye döner. Fakat Moreno’nun “memleketi” Türk ve Müslüman olmayanlara Varlık Vergisi adında, “ya sev ya terk et” kıvamında bir vergi koyar. Ödeme gücü olmayanları Nafıa Askeri adı altında alır ve taş kırmaya, yol açmaya, bataklık kurutmaya, soğuktan donmaya, sıtmadan titremeye gönderir. Moreno da vergiyi ödeyemeyen biri olarak bu meşhur projeye, yöneticilik, karar alıcılık dehasının ürünü olan projeye Akhisar’da dahil olur.
 
Zaven Biberyan da oradadır. Bakınız:
“Peki ya Dario? (Nafıa’daki Dario’dan bahsediyorum.) İşte ona tahammül edemiyordum. Hiç mi hiç. (…) Herkesi dakikalarca yalvarttıktan sonra eline gitarını aldığında herkes gülüşürdü; o ise suratını asar, hoşnutsuz bir ifade takınır, adeta içinden, eşek hoşaftan ne anlar, diye geçirip üzülürdü. Pek sevdiği iki şarkı vardı: Guitara Romana Mia ve bir de araya kürekçilerin marşlarından bölümler kattığı bir solcu şarkısı! Aslında ne gitar çalmayı ne de şarkı söylemeyi biliyordu. Yine de 21. Tabur’un komutanı onu erkâna müzisyen olarak aldı, dağlardaki çalışmalara yeniden başlandığında da yardımcı hastabakıcı olarak atadı. (…) Ancak Dario’nun bu atamayı gitarına borçlu olduğunu hiç sanmıyorum. Komutan hediyeleri pek seviyordu!
(…) O zamanlar Dario Moreno’nun ileride uluslararası bir üne kavuşacağı, şarkı söylemeyi öğreneceği kimsenin aklına bile gelmezdi! Nafıa askerlerinin alay konusuyken konser salonlarında alkışlanmak; Dario gerçekten de uzun bir yol kat etti ama hikâyesinin ayrıntılarını bilmiyorum.” (Z. Biberyan, Mahkûmların Şafağı)
 
Yıkım/Yıkıntı Edebiyatı
II. Cihan Harbi, II. Dünya Savaşı , Alman Harbi, II. Paylaşım Savaşı… adı her ne ise, 1940’lı yıllara biraz daha bakacağım. Mesela savaş sonrası Alman edebiyatına, “yıkım edebiyatı” olarak adlandırılan akıma.
 
Deniliyor ki “Yıkım ya da Yıkıntı Edebiyatı, savaş sonrası başlayan ve çok kısa süren bir edebiyat hareketidir. Hareketin anti-faşist, anti-militarist sanatçıları, konularını savaşın toplum üzerinde yarattığı yıkıcı etkilerinden almıştır.” (Wiki)
 
Bakınız, akımın bir mensubu olarak Heinrich Böll (3) şunları söylüyor:
“Ben de Yıkıntı Edebiyatı yolundanım. Bizim kuşağın 1945’ten sonraki yazı denemelerine yıkıntı edebiyatı adını taktılar, böylece bunları yok saymak istediler. Bu adlandırmaya karşı koymadık, çünkü haklıydı: gerçekten, bizim yazdığımız insanlar yıkıntılarda oturuyorlardı, savaştan dönmüşlerdi, erkekler de kadınlar da aynı ölçüde yaralanmışlardı, çocuklar bile. Ve bunların gözleri keskindi: Görüyorlardı. Hiç de dirlik düzenlik içinde yaşamıyorlardı; bulundukları çevre, kendilerinde ve etraflarında olan her şey bir cennet mutluluğu içinde değildi ve yazan bizler de kendimizi özdeş sayabilecek kadar onlara yakın bulunuyorduk. karaborsacılarla ve karaborsacıların kurbanlarıyla, yurtlarından kaçanlarla, bütün başka yollardan yurtsuz kalanlarla ve tabi hepsinden fazla da bizim de içinde olduğumuz çoğu garip ve üzerinde düşünmeye değer bir durumda olan kendi kuşağımızdakilerle: yurda dönmüştür bu kuşak. bu, sonu geleceğine artık kimsenin inanmadığı bir savaştan yurda dönüştür.
Onun için biz de savaşı yazdık, yurda dönüşü, savaşta gördüklerimizi ve yurda döndüğümüzde bulduklarımızı; yıkıntıları yazdık. Bunun sonu genç edebiyata eklenen üç ad oldu: savaş, yurda dönüş ve yıkıntı edebiyatı.” (Wiki)
 
Bu akım savaş sonrası başladı ve 1950’lerde söndü diyorlar. Kibrit çöpünün yanıp sönüşü gibi. Hani şu sonuna kadar yanan ve geride kömürleşmiş, beli bükülmüş bir figür bırakan kibritler gibi. Bir “figür” dedim, “şey” demedim. Çünkü yanık hali ile daha anlamlı sanki. Niyeyse? Bence hep romantiklikten.
 
Selam sevgiyinen
 
(1)“Deniz ve Mehtap” şiiri için iki farklı isim geçiyor: Fecri Ebcioğlu ve Semih Batman
 
(2) Zaven Biberyan, Mahkûmların Şafağı, Aras Yayınları.
“Karıncaların Günbatımı, Yalnızlar, Meteliksiz Âşıklar romanları nihayet Türkçede de büyük bir heyecanla okunan Zaven Biberyan’ın özyaşamöyküsü, bir yazarın yaşamını ve yaşadığı zamanı en dürüst, en çıplak, en hakiki haliyle yansıtıyor. (…) Türkiyeli bir Ermeni yurttaş olarak maruz kaldığı ayrımcılığın, özellikle İkinci Dünya Savaşı sırasında yıllar süren Nafıa askerliği esnasında çektiği ıstırabın, sonrasında Ermeni ve sol kimlikleri nedeniyle uğradığı kovuşturmaların hayatına, ruhuna nasıl damga vurduğunu ayrıntılarla anlattığı bölümler de, bu acıların Biberyan tarafından nasıl işlenerek edebiyat yoluyla benzersiz birer kara inciye dönüştüğünü düşündürüyor.“ (Kitabın tanıtım sayfasından)

 

(3) H. Böll: (1917-1985) Nobel Edebiyat Ödülü (1972). Ben kendisini, Katharina Blum'un Çiğnenen Onuru romanı ile hatırlarım.