Okumalar, Değinmeler-25: Bir nakıs teşebbüs
19 Ocak, Hrant Dink’in öldürüldüğü gün. Her yıl Agos gazetesi önünde, soğukta toplanılır.
21.01.2023
Köprüden önce son çıkış
“Ülkemiz hayati öneme sahip, hatta varoluşsal bir seçime doğru gidiyor. Bu seçimin sonucu, ülkedeki siyasi rejimin geleceğini, Cumhuriyetimizin kimliğini, vatandaşların bireysel özgürlük ve refah seviyelerini ve bürokratik kurumların niteliğini temelden etkileyecek.” (Basın)
Yukarıdaki cümleler, Türkiye ve dünya akademilerinde faal olan siyaset bilimcilerin Altılı Masa’ya ve Türkiye kamuyoyu’na yönelik ortak açıklamasından. Yani “geliyor gelmekte olan” dedikleri şeyin diğer ve daha karanlık yüzüne dair bir uyarı.
Bu esnada ben bu sayfalarda, rüzgârlı havalarda sayıları yediye varan kıymetli okurlara, tarazlı fakat samimi bir ses ile şarkılar söylüyorum. Ve fakat yine o his… Mahalle yanarken saçlarını tarıyor olmak…
20. yüzyıl başlarında, Türk süvari birlikleri İzmir’e yaklaşırken, İtalyan bir tiyatro grubu İzmir’de Hamlet provaları yapıyormuş. Sonra çok ısınmış İzmir. O sıcakta ne tiyatro kalır ne seyirci. Acaba durumum İtalyan tiyatrocuların durumuna benziyor mu? Bu soruya cevap verebilir misiniz?
Soruya cevap veren olur ise Rebekka Endler’in, Eşyaların Patriyarkası (1) kitabını hediye edeceğim: “Dünya kadınlara neden uymaz?”
“Bu, çiçekli elbisenin öyküsüdür, tıpkı futbol ayakkabılarınınki gibi; video oyunlarının, seksin ve dinin öyküsü.”
Biraz daha: “Kadınlar neden tuvalet sırasında daha uzun beklemek zorunda kalıyor? Elektrikli aletleri neden erkekler daha rahat kullanıyor? Bilgisayar oyunlarının büyük çoğunluğu neden erkeklerin ilgilerine, heveslerine hitap ediyor? Maddi dünyamızı, bütün eşyamızı şekillendiren tasarımcı, patriyarkanın ta kendisi olabilir mi?” (Bakınız ki yine “nesneler”)
İkinci soru: Dünyanın neden genel olarak erkek odaklı bir kurgusu var? Ve bu durum neden doğal olarak kabul ediliyor? “Bu böyledir” düşüncesi kimin işine yarar? Soruya cevap veren olursa çörek otlu keçi peyniri hediye edeceğim.
Uzun siyah kirpikli yüzyıl
En azından kıymetli okurlar, ben ve editörümüz Mesut Bey; biliyoruz ki bu blogda geç Osmanlı, erken Cumhuriyet, 20. yüzyıl ve günümüz etrafında dolanan yazılar yer alıyor. Özellikle geç Osmanlı dönemi, modernleşme ile ilgili yazılarda devlet ricali veya Osmanlı aydınları olarak genellikle erkek adları geçiyor.
Akademisyen bir arkadaşım, blog yazılarımdan birini okumuş, “Kadın yok galiba 19. yüzyılda?” dedi. Haklı. Soruyu fırsat bilip Kantocu Peruz’a dair konuşmayı çok isterdim ama soruda kastedilen kadın o Peruz değil. Tanıyanlarım bilirler ki akademik çalışmalara olan derin hürmet ve saygıma rağmen Reşat Ekrem Koçu üslubuna ruhen daha yakınım. Bence 19. yüzyıl ne kadar sakallı, bıyıklı ise en az o kadar da uzun siyah kirpiklidir.
“Kadın yok galiba 19. yüzyılda?” sorusunun cevabı bende yok. Fakat soru zihnime takıldı ve bir şeyler okurken yeri geldikçe kendini hatırlattı. Mesela bakınız, Modern Türk Edebiyatının Fransız Kaynakları (2) adlı bir kitabı okuyordum ki şu cümlede durdum:
“Şinasi’nin, Fransa’da olmasından şikâyetçi olan karısını boşamak için 1867’de İstanbul’a gelip sonra Paris’e geri döndüğü anlatılır.”
İşte, sürekli Fransalarda dolaşan kocayı kapının önüne koyabilen bir kadın. Fakat metindeki adı: “Şinasi’nin karısı.”
Veya daha yakın, daha heybetli bir örnek vereyim. Kıraathane, İstanbul Edebiyat Evi (kiraathane.com.tr) adresinde yer alan sohbet programlarından Tarih Konuşmaları’nın sayfasından:
“1981 senesinde Tâlat Paşa’nın eşi Hayriye Hanım’a mutat ziyaretlerinden birini gerçekleştiren gazeteci-yazar Murat Bardakçı’ya bu sefer Celal Bayar da eşlik eder. Bayar’ın Hayriye Hanım ile konuşurken göstermiş olduğu nezaket ve kendisine ‘Hanımefendi Hazretleri’, ‘irade buyursanız’ diye hitap etmesi karşısında bir hayli şaşırdığını belirten Bardakçı ziyaret sonrası dışarı çıktıklarında Bayar’a, ‘Efendim, siz reisicumhursunuz, neden bu derece saygı gösteriyorsunuz?’ diye sorduğunda aldığı yanıt tarihe not düşecek kadar ilginçtir. Bayar, Bardakçı’ya ‘Kendisi şefimin refikasıdır’ diye cevap verir.” (“Tarih Konuşmaları”, Ü. Kurt, M. Bayhan)
Talat Paşa’dan söz edilişinin onda biri kadar Hayriye Hanım’a –birinin eşi olması dışında– şöyle bir baktı mı acaba kayıt kuyut dünyamız? Biz, geçen asır doğumlular, ilkokul, ortaokul sıralarından beri Tevfik Fikret’i, özellikle Namık Kemal’i (“geçme namık kemal köprüsünden ürkütürsün vakvakları…” 3) veya Mustafa Kemal’in çocukken karga kovaladığını vs. bazı detayları iyi biliriz. Fakat ne Fikriye Hanım’ın Çankaya Köşkünden dönerken ölüm sebebini ne de “şefin refikası” Hayriye Hanım’ın hayatına dair bir şey biliriz. Onu bilme, bunu bilme! Ne biliyoruz ki biz? (Arabacı üslubu ile bağladım ama bazen yeri geliyor.)
***
Merak ettim bakındım Osmanlı’da 19. yüzyıl kadınlarına. İki farklı, hatta zıt anlamlı diyelim, iki çeşit veri buldum. Birincisi şudur:
Nigâr Hanım (1856-1918) – “Babası, 1848 Macar İhtilali mültecilerinden, Macar asıllı Osman Paşa'dır.”
Bakınız anne’ye dair bilgi yok. Anne paşa olsaydı, bir adı olurdu.
“Öğrenimini Fransız mektebinde yaptı. Özel olarak Türkçe, Arapça ve Farsça dersleri aldı. Çocuk yaşında iken şiir yazmaya başladı. Fransızca dilini ve Fransız edebiyatını çok iyi bilmekteydi. Zamanının kibar aleminin en seçkin siması olarak bilinmekteydi. Fransız salonlarını andırır şekilde, her salı günü konağında zamanın tanınmış şahsiyetleri toplanır ve bu toplantılarda şiirler okunur, müzik dinlenir ve sanat ve edebiyat konularında konuşulurdu. Mezarı Rumelihisar Kayalar mezarlığındadır.” (Wiki)
Diğeri:
“19. yüzyılda kadınlar hamam işletmecisi, terzi, kahvehane sahibi, berber, bakkal, aşçı, bahçıvan, çilingir, hüseynici, basmacı, bozacı, bükücü, çizmeci, değirmenci, kemhacı, çalgıcı, duvarcı, keresteci, dülger, dülbendci, koltukçu, kuş kafesçi, ekserci, kuyumcu, et hamalı, fincancı, püskülcü, sandalcı, sebzeci, tuğlacı, şerbetçi, sütçü, tütüncü olarak, klasik alanlar dışında pek çok çalışma alanında da geçimini kazanmaya çalışıyordu.” (4)
(Geçimini kazanmaya çalışan grubun, Nigâr Hanım Konağı insanları ile kesişmelerini merak ederim. Dönem edebiyatı bu gibi kesişmelerden söz ediyor olabilir.)
***
Yukarılarda değindiğim, “Dünya yanarken beyhude işler ile mi uğraşıyorum?” iç sorusuna cevaben aktarıyorum:
“Dünyadan kaçmayıp dünyada olarak direnmenin, kendi farkını silmeden diğerleriyle olmanın yollarından biri sohbettir. Kişinin yaşadığı dünyayı, bu dünyadaki deneyimi sohbet konusu yapabilmesi, kişilerin dünyaya dair söz alışverişi, dünyayı ve aynı zamanda sohbet eden insanı insanileştirir bu yaklaşımda. Sessizliğe çekilmek, olan biten hakkında susmak, kendi konumunu/farkını/tekilliğini söze dökmemek, bir başka deyişle kendini söz meydanına çıkarmamak, başka türlü bir dünya meydana getirmeyi de engeller. Lessing ile birlikte konumlanan Arendt, hakikatin dile getirilerek özünü kaybetmesinden değil, insanlar arası söz alışverişinin kesintiye uğramasından endişelenir.” (Fatih Altuğ, Hannah Arendt’in Karanlık Zamanlarda İnsanlar (5) adlı kitabına dair, K24/Kritik)
***
19 Ocak, Hrant Dink’in öldürüldüğü gün. İstanbul’da yaşarken her yıl 19 Ocak günü Agos gazetesi önünde, soğukta toplanırdık. İnsanlar şehrin uzak köşelerinden yollara düşer gelirlerdi. Belki bazıları başka şehirlerden gelirdi. Gazetenin önünde bekleşirken, o güzel adamın sesini, konuşmasını ses yükseltici ile verirlerdi. Bazılarımızın gözlerinden yaşlar gelirdi. Bu 19 Ocak’ta orada bulunmuş arkadaşlarıma selam ederim.
***
Son soru: İnsanlık bir nakıs teşebbüs müdür? Ödülsüz hediyesiz soru. Ciddiye alıp yakmayın kendinizi.
Selam sevgiyinen
(1) Rebekka Endler, Eşyaların Patriyarkası- Dünya Kadınlara Neden Uymaz? Çev. Çiğdem Canan Dikmen, İletişim Yay.
(2) Gül Mete Yuva, Modern Türk Edebiyatının Fransız Kaynakları, İletişim Yay.
(3) Derler ki o lafın esası nam-ı Kemal’dir, Namık Kemal değil.
(4) Yılmaz, S., “Birinci Dünya Savaşı Dönemi’nde Kadınların Ücretli Çalışma Hayatına Katılımı: Osmanlı İmparatorluğu ile Avrupa Ülkelerinin Karşılaştırılması”, İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü.
(5) Hanna Arendt, Karanlık Zamanlarda İnsanlar, Çev. İ.Ilgar, D. Öktem, F. Sarıcı, G. Sorguç, Ö. Soysal, S. Yılmaz, İletişim Yay.