Okumalar, Değinmeler-29: “Memlekette tek doğru” ve kibir

Napoli Hikâyeleri’nde yetişkinler dünyası sertti. Oğlanlar askere gitmek, kızlar iyi huylu bir eş bulmak durumundaydı.

İLHAMİ ALGÖR

18.02.2023

Deprem ile denetimsiz yapılara imar affı arasındaki ilişki aşikâr oldu. Belediye imar planları ile arsa rantı ilişkisi de bu arada bir nebze daha açığa çıktı.
 
Geçen yıl Ege Üniversitesi Hastahanesi’nde tedavideydim. İki kişi bir odada kalıyorduk. Oda arkadaşım yaşça benden büyük bir beyefendi idi. Oğlu ve gelini refakatçi olarak gelip gidiyorlardı. Bu gibi hallerde insanlar arasında yardımlaşma, dayanışma oluşur. Sohbet, tanışıklık oluşur. Gelin hanım, üniversite öğrencisi iki oğul anası, 45-50’li yaşlarında bir kadın idi. AKP’ye oy verirmiş fakat artık vermeyecekmiş. İki neden sıraladı. Birincisi oğullarının AKP eleştirilerinden etkilenmişti. Diğer nedeni ise eniştesinin fırsatçılığına kızgınlığıydı.
 
Enişte, “x” ilçesi AKP’li belediye başkanıymış. Başkan, imar planı bekleyen bir bölgeye kasıtlı olarak imar izni vermemiş. (İmar izni ile birlikte toprak, arsa hüviyeti ve “değer” kazanır.) Bu arada enişte, o bölgenin arsalarını birileriyle ortaklaşarak el altından kapatmış. Ve sonra o bölgeye imar izni vererek…
 
Bedrettin Dalan’ın İstanbul Belediye Başkanlığı sırasında sık duyduğum gündelik bir söz vardı: “Çalıyorlar ama çalışıyorlar.”
 
Bir toplumun hakkı olan hizmeti alabilmek için, hizmet verenin hırsız olabileceğini kabullenmesi… ne diyeyim bilmiyorum. Orada kalsa idik belki iyi idi. Fakat daha derin bir çukura, “tek doğru sen misin?” sorgulaması çukuruna düşmüşüz. Kaçak yapıya izin vermeyen Hatay Erzin Belediye Başkanı konuşuyor: “Kaçak yapıya müsaade etmedim. Bazen de kızdılar bana, ‘Memlekette tek doğru adam sen misin?’ dediler.”
 
Çıktık açık alınla 10 yılda bu savaştan, gele gele geldiğimiz yere bak. Ben vazifeme döneyim, yarım kalan yazıyı tamam edeyim.
 
Elena Ferrante’nin Napoli Hikâyeleri ve tuhaf bir kitap okuma biçimi -2-
Napoli Hikâyeleri’nin ilk kitabı herhangi bir su kemerinin yakınından bile geçmedi ama beni 1950–60 yıllarında Akdeniz kıyısı bir hayatın içine sokmayı başarmıştı. Ava giderken avlanmak dedikleri bu muydu? Su kemeri takıntısı ile girip Napoli insanını ve hayatını merak ederek dört ciltlik bir kurgunun içinde dolaşmak !?
 
“Genç erkeklere değil, kızlara, genç hanımlara bakıyordum: bizden kesinlikle farklıydılar. Sanki onlar başka bir hava solumuşlar, başka yemekler yemişler, başka bir gezegende giyinmişler ve yürümeyi gergin tül üzerinde öğrenmişlerdi. Ağzım bir karış açık kalmıştı. Üstelik ben onların giysilerini, ayakkabılarını, varsa gözlük tiplerini incelemek için olduğum yerde duruverirken, onlar yanımdan gelip geçiyor, beni sanki hiç görmüyorlardı. Beşimizden hiçbirini görmüyorlardı. Biz algılanamıyorduk. Ya da ilgi çekmiyorduk. Ve hatta, olur da birinin bakışı üzerimize düşerse rahatsız olmuşçasına hemen başka tarafa dönüyorlardı.” (E. Ferrante, Napoli Hikâyeleri)
 
Napoli Hikâyeleri’nin iki ana karakteri Lenu ve Lila’yı 1960’lı yıllarda İstanbul Kuştepe veya Gültepe’de yaşıyor, hafta sonu Nişantaşı’na iniyorlar diye hayal ettim. Kızlar 14-15 civarı, oğlanlar bir iki yaş daha büyük, merkeze gezmeye çıkmışlar. Yüzlerine bakılmamış, görmezden gelinmişler.
 
(Bu görmezden gelme, bu hor görme, kibir şeysi, sebep olduğu ruh çizikleri, Annie Ernaux’un Seneler kitabında da var: “Ortaokul yılları boyunca aynı sırayı paylaştığımız, sonrasında çıraklığa verilmiş ya da meslek kursuna kaydolmuş bir arkadaşımıza rastladığımızda durup da onunla konuşmak aklımızdan bile geçmezdi. Aynı şekilde, kış sporlarından yüksek sosyal konumunun nişanesi olan güneş yanığı tenle dönen noterin kızı da okul dışında bizim yüzümüze bakmazdı.” )
 
Napoli gündelik hayatına dair detaylar arama takıntıma devam ettim. Vittoria Sica’nın Napoli Altını adlı filmini buldum izledim. Sokaklara, evlere, insanlara baktım. Bazı sokakları İstanbul, Fener-Balat sırtlarının yokuşlu sokak yapısına benzettim. Yokuş aşağı sokak dönüşleri, dönerken köşelerde kalan evlerin daracık ön yüzleri…
 
İnternet üzerinden Napoli radyoları dinledim. Eski Napoli hayatına dair siyah beyaz fotolar buldum. “Bayram yeri” salıncağında salınan bir çocuk ve bekleşen diğer çocuklara dair bir fotoğraf gördüm. Çocukluğumun salıncağının aynısı idi: Tenekeden mamul küçük bir kayık, kayığın iki burnuna çocuklar savrulmasın, düşmesin diye korkuluklar konulmuş. Benzerlik bulmak derdinde değilim fakat beklemediğim bir anda çocukluğuma ait çok tanıdık bir şeyi, uç noktaya yükselmiş salıncaktaki çocuğun yüz ifadesini gördüm. Ona sorarsan bulutlara değmek üzereydi. Demek ki salıncakta sallanırken adrenalin salgısı düzeyinde bir benzerlik beynelmilel olarak mevcut. Salınım en uca vardığında, en yüksek noktaya ulaştığında gökyüzü sizi çağırır. Bazı çocuklar o çağrıya deli olurlar.
 
Plajda mayolu insan hallerine baktım. Mayolu adamların poz verişlerine. Aynı yıllarda Florya veya Ataköy plajı fotoları hatırlamaya çalıştım.
 
Ekşi sözlük’te “Napoli” izlenimleri okudum. Napoli lehçesine vurgu yapan yorumlar dikkatimi çekti. Bir arkadaşım Luka adında Napolili birini tanımış. Luka, Napoli dilindeki farklılığı lehçe olarak değil ayrı bir dil olarak tanımlıyormuş. Luka’ya göre dil seviyesinde farklılıklar/çeşitlilikler o kadar çokmuş ki, İtalyan ordusunda birlikler arasında anlaşmak mümkün olmuyormuş. Bu yüzden İtalyanlar, bizim Osmanlı’nın sonuna doğru Türk olmaya karar vermemiz gibi –ve bizden daha önce– İtalyan olmaya karar vermişler.
 
1960’lı yıllarda küçük ablam İstanbul il radyosunda İtalyanca şarkılar dinlerdi. İtalyancayı özellikle tercih ettiğinden değil, o yıllarda başka radyo istasyonu seçeneği yoktu. Küçük ablam ergenliğinde ve genç kızlığında radyoya yapışık yaşadı ve o esnada ben “se non capire” diye birkaç kelime ezberledim: “anlamadıysan”.
 
“Yeni Soyadının Hikâyesi”
Napoli Hikâyeleri’nin ikinci kitabını aldım: Yeni Soyadının Hikâyesi (E. Ferrante, Napoli Hikâyeleri, Çev.: Eren Yücesan Cendey, Everest Yay.)
 
İlk kitabın kapağında saçları örgülü, örgüleri kurdeleli iki kız çocuğu vardı. Kızlardan biri diğerinin kurdelesini düzeltiyordu. İkinci kitabın kapağında ise Thelma ve Louise çağrışımları veren iki genç kadın vardı. Yaz sıcağı, güneş gözlükleri, askılı bluzlar, tenin parıltısı, birinin bluzu puantiyeli, ikisinin de parmakları arasında bir sigara yanıyor.
 
Kapak fotografı çağırıyordu. Çağrıya uydum. Lenu’nun sesini takiben Lila ve diğerlerinin yetişkin dönem hayatlarına, birbirlerini ısırıp tırmalayışlarına ve bu esnada Napoli’ye bulaştım. Birbirlerine ticaret, mecburiyet, bazen acziyet ile sarmalanan hayatları yeri gelince yırtarak geçen bir hikâye akışının içinde, su kemerine değmiş bir hayat izi aramak (kitaba başlayış nedenim) artık bana bile tuhaf görünüyordu. O tuhaflıkta yeni sorular beliriyordu: “Diyelim ki aradığını buldun, ne yapacaksın?”
 
Biri çıksa gelse, “bilmem kimin romanlarını su kemeri ve çevresinde insan hayatı aramak için okudum” dese, ona ne diyebilirdim? Veya konu Ferrante’nin kulağına gitse: “Adamın biri sizin Napoli hikâyelerini Serino su kemerine dair iz bulmak için okuyormuş.”
 
Rezil olurdum. Su kemeri takıntımdan vazgeçmeliydim.
 
İkinci kitap, yola çıkış nedenimi, su kemeri arayışımı, oyunumu elimden aldı. Onun yerine bana bir cümle hediye etti. Mesela bir gün birisi canımı sıkarsa ona şöyle diyebileceğim: “Hey dostum ben Napoli Hikâyeleri’ni okumuş biriyim. O numaralar bana sökmez.”
 
Napoli Hikâyeleri’nde yetişkinler dünyası sertti. Oğlanlar askere gitmek, kızlar mümkün ise iyi huylu bir eş bulmak durumundaydı. Lila 16’sında evlendi, o gece kocasından nefret etti. Bir çekti ise iki çektirdi. Algıları, zekası ve ruhunun dalgaları güçlü, gerektiğinde kadınlığını kullanmayı bilen Lila.
 
Ve yüzlerce sayfa boyunca bize Lila’yı, Lila ve kendisini, sadece kendisini ve o esnada bir nedenle yine Lina’yı anlatan Lenu. Yeryüzünde silik bir gölge olduğuna inanan, yetersizlik hissi ile boğuşan, herkesin “akıllı kız” dediği okullu Lenu.
 
Ve işte yine “deli kız” Lila, okuyamamış, ama kanlı canlı ve daha dişil bir kişilik olarak Lenu’nun kıskandığı, diğer insanların “davranışları öngörülemeyen arıza tip” olarak adlandırdığı Lila.
 
Yaşıtları şöyle dediler Lila için: “kız gibi kalmak istiyor, eş olmaya niyeti yok.”
 
Aşağı yukarı 100 sayfa sonra Lenu, Lila’nın kankası, sırdaşı olarak benzer bir cümle kurar: “…aslında kocasına ihanet etmek istiyordu, evliliğin kutsal bağını ihlal etmek istiyordu, eş olma durumunu üzerinden atmak istiyordu.”
 
Lina, bana bir arkadaşımı çağrıştırıyor. Son 30 senesini çoğunlukla uzaktan bildiğim bir arkadaşımı. Erkekleri sevmiş fakat uzun süre yanlarında kalamamış birini. Eğer sevgilisi iseniz nihayetinde bir gün “zor kadın” diyebilirsiniz. Ama beklentisiz bakarsanız, kendince yaşamaya çalışan biri olarak görebilirsiniz.
 
Bazılarımız ruhları rüzgarlı insanlardır. Risk algıları farklıdır. Onlar için “uyumsuz” derler. Belki de uyulması istenen nasıl bir hayat örüntüsü ise, o örüntünün rollerine ikna olmamışlardır.
 
“Örüntü”nün bir cephesini Lenu’dan aktarıyorum:
“…o gün eski mahallenin bütün annelerini net olarak gördüm. Hepsi sinirliydi ve hepsi boyun eğmiş haldeydi. Dudaklarını sıkıp, omuzlarını çökertip susarlar ya da onları üzen çocuklarına hakaretler yağdırırlardı. Sıska bedenleriyle, çukur gözleri ve yanaklarıyla ya da geniş kalçaları, kalın ayak bilekleri, ağır memeleri, alışveriş çantaları, eteklerine yapışan ve kucak isteyen çocuklarıyla oradan oraya sürüklenirlerdi. Ve tanrım, benden on, en fazla yirmi yaş büyüktüler. Gene de biz kızların pek meraklı olduğumuz, giysilerle, makyajla belirgin kıldığımız o dişi eşkallerini yitirmişlerdi. Kocalarının, babalarının, erkek kardeşlerinin bedenlerince yutulmuşlardı, giderek onlara benzemişlerdi ya da yorgunluktan, yaklaşan yaşlılıktan, hastalıktan bitkin düşmüşlerdi. Ne zaman başlıyordu o dönüşüm? Ev işleriyle mi? Gebeliklerle mi? Dayaklarla mı?” (E. Ferrante, Napoli Hikâyeleri)
 
Selam sevgi ile
 
—–
Kapak Görseli: Orna Wachman (Pixabay)