Okumalar, Değinmeler-31: Sayın Başkan ve “Our Boys”

Türkiye’de demokratik hayat talep edenlerin önü siyasi şube memurları, paramiliter şeyler ve tanklar ile kesilmiş midir?

İLHAMİ ALGÖR

04.03.2023

Miguel Angel Asturias’ın Sayın Başkan adlı kitabından aktarıyorum:
“Sayın Başkan, zamanımızın en önemli devlet adamı, bilgelerin bilgesi, büyüklerin en büyüğüdür. (…) Sayın Başkan'ın yüksek yerinde bir başkasının bulunacağını düşünmek bile ulusun iyiliğine karşı bir suikasttir; bunu aklından geçirmeye cüret eden kimse buna cüret etmemeli, toplum için tehlikeli bir akıl hastası olarak hapsedilmeli, aklı yerindeyse yasalara göre vatan haini olarak damgalanmalıdır.”
 
Yukarıdaki alıntı, kitabın (Yordam Kitap, Çev. Zeyyat Selimoğlu) tanıtım sayfasından. Devamı var:
“Sayın Başkan'ın ülkesinde ‘üstün demokrasi’ hüküm sürer –ki bu aslında, hiç kimsenin yarın sarayda mı ağırlanacağını yoksa hapislerde mi sürüneceğini bilememesi demektir. İhanet, espiyonaj ve siyasi kumpaslarla beslenen korku, bir yılan gibi kendi kuyruğunu yutar.”
 
Kitap bende yok. Sizde var ise göndermenizi rica ederim. Veya kitap sizde de yoktur, iki adet alır birini bana gönderirseniz müteşekkir olurum.
 
***
 
Bir kitap daha rica ediyorum. Oğuz Demiralp’in, Ay ile Yıldız Ayrı Düşünce – Juan Rulfo Edebiyatı Üstüne Bir Okuma adlı kitabını (YKY):
“Ülkenin başında diktatör kılıklı bir başkan varken o da yerel düzeyde bir reis olur. (…) Her türlü hile ve şere başvurarak, insansal değerleri hiçe sayarak, (…) reislik konumuna gelir. (…) Reis korkutur, yıldırır, bastırır. Ancak burada sorulması gereken soru, o topraklardaki insanların buna nasıl izin verdikleridir? (…) İnsan doğasında karanlık yönler, yönsemeler bulunur. Bazı koşullarda belirli bir şef, tiran, diktatör ya da reisin peşine kolayca takılabilirler. Onsuz yaşayamaz olurlar. (…) Reisçilik ortamlarında insanları apati sarar. Sorunları görmez, geleceği düşünmez, eleştirilere kulak vermezler.”
 
Alıntı paragrafı Nilüfer Kuyaş’ın K24 edebiyat sitesinde yayınladığı, Oğuz Demiralp, Juan Rulfo'yu inceliyor: “Reisi bitiren yeis” başlıklı söyleşi yazısından aldım.
 
Yazının ilk paragrafı şöyle idi:
“Son büyükelçilik görevini Meksika’da yapan denemeci Oğuz Demiralp, ülkenin en önemli romancısı Juan Rulfo’nun bütün eserlerini ele aldığı ve öncelikle en ünlü romanı Pedro Páramo’yu incelediği bir kitap yayımladı.”
 
***
 
Pedro Paramo ve Juan Rulfo’dan kısaca söz etmek isterim. İnternete baktım, Juan Rulfo’yu tanıtmaya çalışan bazı yazılar, Gabriel. G. Marquez’i çok etkilemişliği üzerinden lafa giriyorlar. Bir yazarı tanımlarken, meşhur olan başka bir yazarı önceleyiş ve onun meşhurluğuna yaslanarak yola çıkış zihinlere sinmiş bir ezber. Bir tür copy-paste kafası. Ve J. Rulfo’ya haksızlık. Aynı zamanda düşüncesizlik, anlamın nerede olştuğunu kavrayamamak.
 
J. Rulfo’ya ve eserine dair yalın, net ifadeyi dipnotkitap.net adresinde buldum. Oradan aktarıyorum:
“Juan Rulfo eseri Pedro Paramo’da, 19. yüzyılın sonu ve 20. yüzyılın başlarında Meksika'da meydana gelen büyük çalkantılar sonucunda toplumun feodal yapıdan kentsel yapıya geçişini vurucu bir dille anlatır.
“19. yüzyıl sonunda başlayan halk ayaklanmaları 20. yüzyılda Pancho Villa ve Emilio Zapata'nın Diaz'ı devirmesiyle sona erer. Ancak 1930’lara gelince dünyayı kasıp kavuran ekonomik kriz sonucunda artık iş bulamayan, ya da topraklarından beslenemeyen Meksikalı köylüler yerlerini yurtlarını terk ederek, arkalarında, Pedro Paramo’daki gibi terk edilmiş, hayalet köyler bırakarak şehirlere göç ederler. Juan Rulfo, Pedro Paramo’da, bu süreci dramatik bir şekilde anlatır.
“Juan Rulfo, kara mizahı ve modern deneysel teknikleri Meksika folkloruyla birleştirdi. Mek­sika yazınının ana akımına, Fransız natüralizmine olan bağlılığı­na, meydan okudu. Gerçeklik ve fanteziyi iç içe geçirdi, kısa cüm­leler kurdu, bilinç durumundan çok davranışlara eğildi ve betim­lediği karakterleri açıkça yargılamaktan kaçındı.
“Eser­lerinde Knut Hamsun, Selma Lagerlöf, F.E. Sillanpaa ve Halldor K. Laxness gibi Kuzeyli yazarların ve Emily Bronte ve William Faulkner'ın etkisi görülür. Edebiyatındaki karakteristik temalar; sorunlu baba-oğul ilişkileri, kırsal çevredeki şiddet ve ahlaki tükeniş, suçluluğun ve ölümün yükü ve insanın peşini bı­rakmayan hayaletlerdir. Bu metinlerde altüst edilmiş bir zaman­dizimi, geriye dönüşler, iç monologlar, bilinçaltı akımı ve bakış açısını kaydırma gibi teknikler kullanır; diyaloglar genellikle mo­nolog şeklinde kendisini gösterir.”
 
***
 
Başka bir konuya geçiyorum. II. Dünya Savaşı’nda, Almanların Fransa’yı işgal ettiği yıllarda zorbalığa karşı ifade özgürlüğünü savunmak adına, Fransız köylülerinin geliştirdiği bir yöntem var:
“…içinde Almanların olduğu bir vagonda gürültülü bir şekilde osurup sonra da ortalığa, ‘madem içimizden geçenleri onlara söyleyemiyoruz, biz de koklatırız,’ diyen köylü kadın. (…) Açlık ve korkunun ortak zemininde her şey, ya özne belirtilmeden ‘yapıldı’, ‘edildi’ diye ya da ‘biz’ diye anlatılıyordu.” (Annie Ernaux, Seneler, Çev. Siren İdemen, Can Yay.)
 
***
 
Şimdi müsaadenizle kendime tam serbestiyet vererek devam edeceğim. Birtakım sorularım var, onları aktaracağım.
 
Konut dediğimiz şey, kâr odaklı piyasa koşulları dışında üretilebilir mi? Eğitimi, sağlığı, hatta içme suyunu özele kaptırmış bir memleket, “barınma hakkı” diyerek konutta kendini koruyabilir mi? Beton yığını sosyal konutları veya sabah çıkılıp akşam dönülen yatakhane şehirleri kastetmiyorum.
 
Deprem gibi sıcak durumlarda açığa çıkan dayanışma enerjisi nasıl sürdürülebilir? Enerjinin her zaman aynı yoğunlukta kalmayacağını kabul ediyorum ama “di”li geçmişe dönüşmesini nasıl önleyebiliriz?
 
Resmi birimlerin sivil inisiyatiflere üvey evlat muamelesi yapması önlenebilir mi? Çatık kaşlılıktan, hiyerarşik dikeylikten, amirin karşısında el pençe divan duruşlardan, koltuk makam kibirinden uzak bir kamu vazife anlayışı mümkün müdür? Ve kamu nedir?
 
Siyasi parti mensupluğunu, kamu bürokrasisi ile rant amaçlı ilişkileri yürütmenin aracı olarak kullanan bir “gerçekliğimiz” var. Bu değişebilir mi?
 
Devam ediyorum. Kapitalizm denilen “toksik” sistem, hayatımızın kalitesini yükseltmemize izin verir mi?
 
“Ne kadar salakça bir soru!” diyenler olabilir. Haklıdırlar. Peki biz, “hak verilmez alınır” becerisini, dirayetini gösterebilir miyiz?
 
Türkiye demokratik olmayı becerememiş bir ülke midir? İstemiş de başaramamış mıdır veya zaten hiç böyle bir amacı, niyeti olmamış mıdır?
 
Veya Türkiye’de demokratik hayat talep edenlerin önü siyasi şube memurları, paramiliter şeyler ve tanklar ile kesilmiş midir?
 
Tanklar demişken, “Our boys have done it” lafı hakikaten söylenmiş midir? Yoksa, “ekmek bulamıyorlarsa pasta yesinler” lafındaki “pasta” kelimesinin çikolatalı pasta değil de “makarna” olduğunun yıllar sonra anlaşılması gibi, burada da bir yanlış anlaşılma mı vardır?
 
Eğer bir yanlış anlaşılma yoksa ve bu laf hakikaten söylenmiş ise “your boys” ne yaptılar kuzum? Ne yapmaya devam ediyorlar kuzum?
 
Selam sevgi ile
 
—–
Kapak Görseli: Peter Dargatz (Pixabay)