Okumalar, Değinmeler-34: Demir Leydi ve Neoliberalizm
Türkiye müesses nizamı neoliberal modeli öptü başına koydu. Askeriye eliyle hızla mıntıka temizliği yaptı ve çimleri golfe uygun hale getirdi.
25.03.2023
Bir tweet okudum, İYİ Parti vazifelisi bir kişi, Meral Akşener’e övgü olarak “Demir Leydi” lakabını yakıştımış. Bir kara cahil olarak hatırlarım ki bu lakap aynı zamanda sövgüdür.
Lakabın bilinen sahibi Margareth Thatcher’dır. İngiltere, Muhafazakar Parti’den Başbakan. Hanımefendinin bir diğer lakabı da “süt hırsızı”dır. İlk Demir Leydi ise Golda Meir’dir. Devlet Kadını, Başbakan.
Thatcher ve ABD Başkanı Raegan, 1970’ler, 80’lerde el ele mesut mutlu fotograflar çektirdiler. Fotograflarda başlarının üstünde neon ışıklar ile pırıl pırıl neoliberalizm yazıyordu. Fotografların resim altı yazısı şuydu: “Kamu sağlığı, eğitim, sosyal hak vb, orasından burasından tırtıklayalım. Sosyal devlet anlayışından uzaklaşalım. Parayı, para babalarına verelim, oh canımıza değsin.”
Hatta Demir Leydi Thatcher “kafa vergisi” diye bir şey çıkarmıştı ama Londra ayağa kalktı(*). Londra diyorum, çünkü o günlerde bir arkadaşım Londra’dan geldi. Kendisi de gençliğinde hak talebi dayanışmalarına hassas biri idi. Londra’nın “kelle vergi”sine karşı ayağa kalkışına tanık olmuştu. Geldi ve anlattı. Haberlerden okuyordum, fotografları görüyordum ama bir tanığın sıcağı sıcağına anlatışı daha etkili oluyordu. O esnada kendini orada hissediyorsun. Londralılar’a ait bir an’ın yanıbaşında.
Esasen ben bu yolla, yani arkadaş tanıklığı üzerinden 2001 senesinde Mexico City’de Subcomandante Marcos’u da izledim. Arkadaşım Mexico City’de imiş. Sabahınan Zocalo meydanına gitmiş. Kendisi gibi erkenci bir kalabalık ile beklemiş. Gün yükselmiş, meydan hıncahınç dolmuş. Nihayet Subcomandante Marcos gelmiş. Arkadaşım ufak tefek bir kadın. Sıkışmış kalmış kalabalıkta: “Boynumda fotograf makinesi, ne kürsüyü görebiliyorum, ne fotograf çekebiliyorum.” Meksikalı bir adam, “omuzuma çık” demiş, çıkmış.
“Marcos ne dedi?” dye sordum. “İspanyolca konuştu anlamadım” dedi.
Buraya, Marcos’un Temmuz 1998 tarihli bir bildirisinden neo-liberalizme dair düşüncelerinden birkaç cümle alalım:
“Küreselleşme -ekonomik, siyasal ve kültürel küreselleşme- her koşulda değişik toplumların katılımına, bu toplumların farklılıklarının kabulüne, imkan vermiyor. Tam tersine, tek tip düşünceyi empoze ediyor: finans kapitalin düşüncesini. Bu fetih amaçlı savaşta, her şey, hepimiz, pazarın kriterlerine tabiyiz; bu kriterlere karşı gelen ya da onlara engel teşkil eden her şey ortadan kaldırılıyor.” (Zapatista Hikâyeleri, Sunuş, Çev. Çiğdem Dalay, Agora Kitaplığı)
***
Demir Leydi’ye döneyim. Neoliberal’den benim anladığım şudur: “Kamudan al, sermayeye ver. Kamu itiraz edecektir, takma, kitabına uydur, uymadığı yerde sertleş.”
Bu “hep kendine yont” şeysi, bizim buraların “nalıncı”larının kendi türlerine has yaratıcılıkları ile, “Yiğidi öldür, hakkını ye, itiraz eden olursa inkâr et, ısrar ederse terörle iltisaklandır içeri al veya kim vurduya gitmesini sağla” şeklini kazandı.
Biraz garip bir neoliberalizm izahı oldu ama ciddi ve doyurucu açıklamalar için Gugıl’a: “Thatcher, neoliberal, Özal, yeni sağ, PDF” yazınca, kıymetli makaleler çıkıyor. O yazıların içinden Naomi Klein ve Şok Doktrini – Felaket Kapitalizminin Yükselişi adlı bir kitap, Chicago Okulu Profesörleri, Milton Friedman isimleri çıkıyor. Oradan bir yol, Şili’ye, “hep bana”cılara karşı kamusalcı bir hat izleyen Allende’nin askeri darbe ile devrilmesine sapıyor. Sonrası M. Friedman imzalı Şili Mucizesi.
Naomi Klein bu mucizeyi şöyle tanımlıyor:
“Neo-liberal ve neo-muhafazakâr oligarşi, alt sınıflar için yıkıcı fakat çok uluslu şirketler için kısa vadede kârlı olan çözümler dayatabilmek için felaketlerden yararlanır veya onları kışkırtır.” (**)
Türkiye müesses nizamı bu modeli öptü başına koydu. Askeriye eliyle hızla mıntıka temizliği yaptı ve çimleri golf’e uygun hale getirdi. Biz oradan “Devleti şirket gibi yönetmek” anlayışına geçtik. Netekim bu veciz sözün sahibi Beyefendi bir gün Akdeniz için “Wayt Si” demiştir.
***
Kısa kısa geçiyorum, hem cehaletimden hem de Noliberalizm/Yeni Sağ’ın Türkiye serencamına dair Nurdan Gürbilek’in “1980’lerin Kültürel İklimi” başlıklı yazısından aktarmak istediğim cümlelere yer kalması için.
Arz edeyim:
“Türkiye'de 1980'lerin kültürel iklimini tanımlayan ilk sözcük ‘sözün bastırılması’ysa, ikincisi mutlaka ‘söz patlaması’ olmalı. Çünkü 80'lerin ortasında Türkiye'de, neredeyse bir baskı döneminden çıkıldığı yanılsamasını doğuracak yaygınlıkta bir söz, imge ve görüntü patlaması yaşandı. (…) Kültür daha önce görülmedik boyutlarda piyasaya tabi oldu, reklamcılık kısa sürede sınırsız sayıda imgeyi dolaşıma soktu ve yine aynı dönemde çok satan haber dergilerinin yayın hayatına girmesiyle yeni bir kamuoyu, yeni bir haber dili oluştu. Bütün bu gelişmelerin ortak özelliği, resmi kültürün dışında (hatta bazılarının kısmen ona tepki olarak) doğmuş olmaları, ama varlıklarını 1980'de devletin müdahalesiyle kurtarılmış bir piyasaya borçlu olmalarıydı.” (Bianet)
Yukarıdaki alıntı sadece jenerik idi. Film, metnin devamında başlıyor. Sonrası memleketin eteğinde birikmiş ve birikmeye devam eden taşlara dair. Çok etkileyici bir yazı. Bir yazıdan fazlası.
***
16 Mart, Haldun Taner’in doğum günü. Milliyet gazetesinin henüz Cağaloğlu’nda olduğu 1983-84 yıllarıydı. UNESCO ve TC Dışişleri, “İstanbul ve Göreme’deki bazı kültürel yapıların, mekanların korunması” kampanyası yürütüyorlardı. Milliyet gazetesi kampanya için özel ekler hazırlıyordu. Enis Batur yönetiminde, Oruç Aruoba, Ömer Madra dâhil kalabalık bir ekip olarak çalışıyorduk. Haldun Bey’in ofisi bizim çalıştığımız katta idi.
Haldun Bey’i Keşanlı Ali Destanı nedeniyle pek severdim. Müzikal oyun olarak yazılmıştı. Ben, Fikret Hakan, Fatma Girik, Danyal Topatan’lı filmini (Atıf Yılmaz) izlemiştim. O günlerde şiirimsi bir şeyler karalamıştım. Ölüme yaklaşan bir ihtiyarın, bir bahar daha görebilmek umudu gibi bir şey… Haldun Bey’den bir göz atmasını rica ettim. Beni kırmadı, okudu, “doğru hissetmişsin” dedi. Sevindim. Fakat daha sonra utandım. Yaş itibariyle ölüme benden daha yakın birine, son günlerden söz eden…
15 Mart ise Tomris Uyar’ın doğum günü. Yine 1980’li yıllarda, Tomris Hanım ile bir hikâyesinin filmleştirilmesi için görüşecektik. Telefonda adres verdik. Ben caddeye çıkıp karşılamak için bekledim. Bir önceki geceden rakı etkisi var, içim yanıyor. Hava serin fakat bana rüzgâr lazım.
İnce bir giysi ile caddeye çıktım. Tomris Hanım’ı beklerken kendimi rüzgâra verdim. Geldi, karşıladım. Rüzgârlı halimi gördü, gülümseyerek bir şey söyledi, ne dedi hatırlamıyorum. Bende gülümsemesi kaldı, çakmak taşı renginde bir an idi.
İkisine de saygı sevgi ile. İyi ki doğmuşlar.
***
Mart ayı, 12 Mart darbesi, Halepçe Katliamı, İstanbul Üniversitesi Eczacılık Fakültesi önünde 7 öğrencinin ölümü ile sonuçlanan bombalı saldırı gibi “etkinlikler”i ile berbat bir aydır. Geçmiş aylara, günlere bu gözle bakınca kararıyor ortalık.
Bir tweet ile başladım, Şubat depremine dair iki tweet ile bitireyim:
“Suriye'de depremden vefat eden bir kız çocuğunun mezar taşına ‘Kimliği belirsiz, Yeşil kazak giyen kız’ yazıldı”.
“… bizi unutmayın olur mu? Bizi, çocukluğumuzu, onurumuzu, insanlığımızı ve yaşamımızın da ölümümüzün de enkaz altında kaldığını unutmayın ne olur? Bizi de unutmadan normalleşin.”
***
(*) İngilizler Thatcher için şarkılar yaptılar: “İyi kalpli insanların harika bir hayali var/Margaret giyotinde/Ne zaman öleceksin?” (Morissey, “Viva Hate”)
(**) Aktaran, Latuche, S. Küçülme, Yeni Bir Çağ İçin Kavram Dağarcığı, Felaket Pedagojisi, Çev. Ayşe C. Sarı, B. Öktem, B. Gürden, Y. Kurtsal, Metis Yay. (N. Klein alıntısını Emek Erez’in “Felaket günlerinde” başlıklı Gazete Duvar yazısından aldım.)
—–
Kapak Görseli: Margaret Thatcher, Reuters.