Okumalar, Değinmeler-38: Yol uzun usta…

Cezaevi ağırlıklı bu yazıyı –kabul buyururlarsa– İlhan Sami Çomak Beyefendi’ye ithaf etmiş olayım.

İLHAMİ ALGÖR

22.04.2023

Bu yazıda “okumak” kelimesi kitap, dergi, makale okumak anlamında değil, biyografik bir belgeselin altyazılarını okumak anlamındadır. Arz ederim.
 
Kahramanımızın adı Jean-Rene. JR namıyla anılıyor. Wikipedia, “fotoğrafçı ve sokak sanatçısı” olduğunu yazıyor. Sokak mı? Ucuz bir şey o zaman. Sokağa düştüğüne göre.
 
Senin benim fotografımı çekiyor, siyah beyaz olarak devasa büyütüyor, “halka açık” yerlerde, binaların dış cephelerinde sergiliyor. 2016 Olimpiyatları’nda, Rio de Janerio’da yaptığı işlerle adı yürümüş. Kel galiba. Sürekli siyah fötr şapka ile dolaşıyor.
 
“Kağıt ve Tutkal” (Paper&Glue) adlı belgesel, JR’dan ve yaptığı işlerden söz ediyor. Zaten JR yaptığı işlerden mamul biri. JR, bizzat kendini ortaya koyarak bir belgesel film aracılığı ile yaptıklarını anlatıyor. Filmin dili, JR’ın bir koltuğa oturup “şunu yaptım bunu yaptım” diye anlattığı türden “konuşan kafa” dili değil. Adam zaten yerinde duramayan biri.
 
Film şu epigraf ile başlıyor: “İnsanları açsaydık, manzaralar bulurduk.” İmza, Agnes Warda. Fransız Yeni Dalga akımının büyükannesi.
 
Filmin ilk birkaç dakikası biraz jenerik, biraz JR’ın şehir içinde elektrikli bisikletiyle dolaşmaları, biraz dünyanın orasında burasında yaptığı işlerle akıyor. Bu esnada dış ses olarak JR’ın sesini duyuyoruz.
 
Şunları söylüyor:
“Güne başladığımda beni nereye götüreceğini bilmemeyi seviyorum. Her gün farklı bir ülkede uyanıp projeler yaratıyorum. Hiç geriye bakmadan sürekli hareket halinde. Hareket, hareket, hareket. Belki de bu yüzden hep belgeledim. (…) Aslında çok çekingenimdir ve insanlarla konuşmaktan korkarım. Ama bir proje yaptığımda ‘Buraya kendi paramla girdim ve cemiyetinizin içinde sizlerle bu projeyi yapmak istiyorum. Tabii size mantıklı geliyorsa’ diyebiliyorum. Ve sonra tabii bazı insanlar, ‘Evet ama bu ne elde edecek?’ diye soruyor. Onlara hep ‘Bilmiyorum. Görelim’ diyorum.”
 
Bu belirsizlik ile bizi filmin devamına davet ediyor ve birlikte ABD, Güney Kaliforniya’da bir hapishaneye giriyoruz: Yüksek güvenlikli Tehachapi Supermax Prison.
 
Kapı, nizamiye, kimlik kontrol, derken tel örgü vs. betondan mamul bir dünyaya geçiyorsun. Hakikaten gri, beton bir gezegen. En güneşli günde bile yüzü gülmez bir yer. Avluda, yerde kan izi. Birini bıçaklamışlar. “Siz gelmeden sildik ama çıkmadı” diyor görevli refakatçi.
 
Hapishanenin 4. Düzey güvenlik bölümüne, en saldırgan insanlar bölümüne gidiyor JR. Basketbol salonunda, ortaya uzun bir masa kurmuşlar. Masanın iki tarafında 30-40 kadar mavi üniformalı mahkûm oturuyor. Her tarafları dövmeli adamlar. Kameranın gelişini bekledikleri belli duruşlarından. 40 tane adam öyle kuzu kuzu sessizce oturmaz normalde.
 
“Merhaba” diyerek giriyor salona Jr. (“Merhaba mahkûmlar” demiyor.) Tek tek ellerini sıkıyor, “Nasılsınız?” diyor, kendini tanıtıyor. Kamera arada yüzler veriyor. Kulak dibine kadar dövmeli adamlar ve bakışları. Bakışlardan duygu, düşünce okumak mümkün değil henüz.
 
“Fransa’dan geldim. Beni ağırladığınız için teşekkür ederim” diyor JR, aralarında boş bir sandalyeye oturup anlatıyor: “Şimdi sizin fotograflarınızı çekeceğim. Sonra çıkan insanların fotograflarını çekeceğim. Affeden insanların ailelerinin fotograflarını da çekeceğim. Buradaki insanlarla bağı olan akrabaların fotograflarını çekeceğim. Herkesin birbiriyle bağı olduğunu göstermek için noktaları birleştirmeye çalışacağım.
Hiçbir şeyi eleştirmek için gelmedik. Hikâyeyi dinlemek ve nasıl resmedilmek istiyorsanız sizi öyle resmetmek için geldik. Ama şahsen, dışarıdan biri olduğum için asıl sizin ağzınızdan duymam gerektiğini hissediyorum. Buranın (nasıl) bir his verdiğini, duvarların arasında olmanın nasıl olduğunu… Adeta herkes aynı delikte kapana kısılmış gibi. Bunu görselleştirmek istiyorum ki insanlar gördüklerinde anlayabilsinler.”
 
Bakışlarda, yüzlerde ifade yok hâlâ.
 
“Düşüncelerinizi duymak istiyorum. Bana sorularınız varsa işi netleştirmek için elimden geldiğince yardımcı olmak istiyorum. Sorunuz varsa… özetle, açığım.”
 
Yüzler, bakışlar, sessizlik. Bir mahkûm: “Bununla ne elde etmeye çalışıyorsun?”
 
“Çocukken,” diye söze giriyor JR, “birinin ömür boyu hapse atılabileceğini bilmiyordum. Ülkemde, bunu hiç duymadım. Belki ABD’de insanlar biliyordur. Ama unutma eğilimindeler. Birbirimizi görmediğimizde unutma eğiliminde oluruz ve herkes kendi işine bakar ve sonra unutulursunuz. Ama gördüğünüzde, birinin hikâyesine bir yüz yerleştirdiğinizde artık unutamazsınız.”
 
Burada filmi durduralım. Durduğumuz yere, JR’ın başka bir eylemi olan dev boyutlarda kara gözlü bir çocuk yüzü koyalım. Portreyi Meksika-ABD sınır çitlerini tam üstüne koyalım. Öyle ki çocuğun bakışları önünde sınır çitleri abes hale gelsinler.
 
*
 
Şimdi başka bir “fotograf çeken”den, Türkiye’de fotograf çekmeye çalışan kıymetli birinden söz edeceğim. Daha doğrusu Kazım Kızıl’ın twitlerinden kısmen alıntı yapacağım.
 
“Deprem bölgesindeki 40. günüm. Hâlâ bölgedeyim. Video haber ve fotoğraflarla bölgede yaşananları, ihtiyaçları, sorunları aktarmaya çalışıyorum. Burayı düşününce insan kendisinden bahsetmeye utanıyor, ancak bilinsin diye kendime dair ufak bir ‘raporlandırma’ yapmak istedim.
9 Şubat, Hatay girişi… Uluslararası bir ajans için çalışan 3 kişilik bir ekibiz. Saatler sonra zar zor ulaştığımız Hatay-Kırıkhan yol ayrımında asker tarafından durduruluyoruz. Geçişimize izin verilmiyor. Üstüne bağırıyor ve bizi yardım taşıyan tırcılara hedef gösteriyorlar.
10 Şubat, Maraş. Ekip canlı yayın yaparken ben dolaşıyorum. Çevik kuvvet kartımı soruyor, arabada unutmuşum, alıp getiriyorum. Bu sefer de izin soruyor. Herkes gergin, uzatmak istemiyorum, peki diyorum. Çekim yapmamama rağmen 2 dk. sonra beni çevredekilere hedef gösteriyor.
23 Şubat, yine Maraş'tayız. Merkezde röportaj yapıyoruz. Önce 3 sivil polis geliyor. Basın kartı, kimlik soruyorlar gösteriyoruz. Başka bir ekibi çağırıyorlar. Onlara da gösteriyoruz. Yaklaşık 1 saat sürüyor bu işlemler, sürekli bir yerlere telefon açıyorlar filan.”

Böylece devam edip gidiyor. Üniformalı terbiyesizliğin bir yerde nihayete ermesi lazım. S. Demirtaş ve H. Bozarslan’ın 14 mayıs seçimlerinde tek adam iktidardan inse bile, değişim, demokratikleşme anlamına gelmeyebilir uyarısını hatırlıyorum. Yol uzun usta.
 
Cezaevi ağırlıklı bu yazıyı –kabul buyururlarsa– İlhan Sami Çomak Beyefendi’ye ithaf etmiş olayım. Ve İlhan Bey de bu ithafı, cezaevlerindeki diğer yazar, çizer, gazeteci ve medya çalışanları adına kabul etmiş olsun.
 
Selam sevgi ile