Pierre Bonnard (1867-1947) Femme Etendant Du Linge 1892.

Okumalar, değinmeler

Napoli Romanları’nı okumaya birkaç sene önce başladım. Çok garip bir sebeple başladım. Belki de sebebimi sır olarak saklamalıyım. Fakat artık çok geç

İLHAMİ ALGÖR

07.12.2024

Birkaç haftadır dilimde Elena Ferrante ve Annie Ernaux adları, bir şeyler  mırıldanıp duruyorum. İşin aslı şudur: Ferrante’nin “Napoli Romanları” ve Anneie Ernaux’un “Seneler” adlı romanlarını okudum. Çağrışımlar’a yol açtılar ve hafızamı tetiklediler. Bu haftadan itibaren, söz konusu çağrışımlar ve hatırlamalardan söz edeceğim. Dünyanın herhangi bir yerinde yaşayan, Ferrante ve Ernaux okumuş bir okur olarak söz edeceğim. 

Edebiyatın sınırları aşabilme yeteneğinden cesaret alıyorum. Daha açık konuşayım. Ferrante ve Ernaux’un anlatılarında, birbirlerine değdikleri, yakınlaştıkları yerler var. Mesela varsılların yoksulları görmezden gelme gibi kibir halleri. İşte burası bana iki satırlık da olsa söz hakkı veriyor. Meselem budur.

Elena Ferarnte ve Anie Ernaux, 1940’lı yıllarda doğdular. Napoli Romanları ve Seneler 1940’lı yıllarda doğmuş kız çocuklarının toplumsal ve tarihsel olanın içinden geçerek büyümeleri hikâyeleridir. Ancak her iki roman da benim şu basit tanımımdan çok daha fazladırlar. Mesela Seneler, “(…) ‘kişisel’ olanı yazma kodlarını yeniden kurmaya yönelik bir çaba, bir dil kurma mücadelesidir.” (Nedret Öztokat Kılıçeri, https://sanatkritik.com/yazilar/annie-ernauxdan-seneler-les-annees/)

Ferrante, Napoli Romanları için de bir tanımlama aktarayım: “Ferrante’nin L’amica geniale/Parlak Arkadaşım (2011-2014) tetralojisinde Elena ve Lila arasındaki entelektüel bağ, iki parlak arkadaşı romanların kolektif yazarları olarak konumlandırarak erkek yaratıcı deha paradigmasını sorgular. “ (“Side by Side: Female Collaboration in Ferrante’s Fiction and Ferrante Studies” in Gender / Sexuality / Italy, Stiliana Milkova, Oberlin College (ABD) Karşılaştırmalı Edebiyat Doçenti.)

*

Napoli Romanları’nı okumaya birkaç sene önce başladım. Çok garip bir sebeple başladım. Belki de sebebimi sır olarak saklamalıyım. Fakat artık çok geç.

1955 İstanbul, tarihi yarımada doğumluyum. Haliç kıyısına yakın bir semtte, Gül Camii (Azize Teodosya Kilisesi) civarlarında doğdum, büyüdüm. 7-8 yaşlarımızda, mahalleden bir kaç arkadaş, İstanbul Şehzadebaşı’nda, Roma su kemerleri diplerinde macera arardık. Kertenkele kovalar, kemerlerin üzerine tırmanırdık. Hedefe varınca göğsümüz kabarırdı. Bir fatih edasıyla şehre bakardık. İstanbul’dan uzak olup da şehire geri döndüğümde, İstanbul’da olduğumu hissettiren birkaç simgeden biridir su kemeri. Haliç’i Marmara denizine bağlayan aksın tepe noktasında yer alır. 

Yıllar sonra bir gün, “Su kemeri fatihi” anımı hatırladım. Merak ettim, Roma su kemerleri haritaları aradım, buldum. Kemerlerin bir ucu İspanya’da, bir ucu Batı Anadolu üzerinden doğuya gidiyor, güneye iniyor. Kemerlerin dağılımı ile Roma egemenlik coğrafyası örtüşüyor. 

Harita bana bir soru verdi: “Acaba eski dünyayı dolaşan su kemerleri etrafında yaşamış, benimki gibi anısı olmuş birileri var mıdır?  Edebiyatta, sinemada, anı kitaplarında iz bulabilir miyim?”

Sorularım henüz taze iken bir edebiyat kritiğinde Elena Ferrante’nin Napoli Romanları’na dair aşağıdaki değerlendirme ile karşılaştım: 

“Karakterlerin Napoli lehçesi ile İtalyanca arasında bocaladığını ‘işitiyoruz’ sürekli, en çok kendilerine benzedikleri anlarda lehçe ağızlarında çağlarken İtalyanca dillerine dolanıyor. Napolitenlik, romanda sefaletin, şiddetin, hor görülmenin, hastalıklı bir gururun, kabadayılığın, gösteriş merakının, hırsın ve yoksunluğun; bununla beraber, arkadaşlığın, sahiciliğin, çocukluğun, saflığın da anlatımına dönüşüyor.” (Yasemin Çongar)

“İtalyanca’nın dile dolanması”na dair babamın Tükçesi aklıma geldi. Anne ve babamın ana dilleri Türkçe değildi. Babam değil ama annem Türkçe’ye uyum sağlamayı becermişti. Mesela bir gün babam; “Unkapanı’na (İstanbul, Haliç kıyısında bir semt) bir gelin düşmüş, her yer kan revan içinde.” dedi. Böyle bir cümle duyduğunuzda, bir felaket yaşandığını düşünebilirdiniz. Annem çevirdi: “Bir düğün alayı görmüş, çok kalabalıkmış.” 

*

Y. Çongar alıntısındaki bazı kelimeler, mesela “kabadayılık” kelimesi bende çağrışımlara yol açıyor. 19. Yüzyılda İstanbul’un Ermeni, Rum, Türk, Kürt, Arnavut kabadayıları vardı. 20 yüzyıl ortalarında İstanbul‘da doğmuş ve kabadayılık denilen sosyal sivilcenin kalıntılarına tanıklık etmiş, okulların kapalı olduğu yaz tatillerinde lokal kabadayıların yakınında yaşamış, hatta 16-17 yaşlarımda namlı mafyatik bir ismin gece kulübünde komilik yapmış biri olarak benim de biraz söz hakkım var.  

Ben ve kuşağım, kabadayılık kurumunun ezilenden yana olan, romantik versiyonuna yakın hissederdik kendimizi. Zamanla kabadayılık, devletle yakın ilişkili paramileter gruplara dönüştü/dönüştürüldü ve kuşağımın bu konudaki romantizmi buharlaştı.  

Serino Aqueduct 

Google’a “Napoli’de Roma su kemeri var mı?” diye sordum. Serino Aqueduct adlı bir su kemeri buldum. Acaba “Napoli Romanları”nda kemer ve çevresine dair bir iz bulabilir miyim düşüncesiyle serinin ilk kitabını aldım. Cadde, meydan, semt adlarının altını çizerek okumaya başladım: 

“Bana Carlo III Meydanı’nı, Fukara Evi’ni, Botanik Bahçesi’ni, Foira Caddesi’ni ve müzeyi gösterdi. Sonra beni Costantinopoli Caddesi’nden Port Alba’dan, Dante Meydanı’ndan, Toledo’dan geçirdi. (…) Bir keresinde Garibaldi Alanı’nda ve Casanova Caddesi’nde peşinden gittim ve beni fark edeceğini, ‘merhaba, demek ki aynı yoldan dönüyoruz, senden söz edildiğini çok duydum’ demesini bekledim. Ama o başı öne eğik, hızla yürüyordu ve bir kere bile arkasına bakmadı. Yoruldum, kendime kızdım. Novara Caddesi boyunca küskün küskün yürüyüp geldim eve.”

Garibaldi’nin İstanbul günlerinden haberdarım. 1828-31 tarihleri arasında İstanbul’da yaşamıştı. Yüzyılın ikinci yarısında İstanbul’da yaşayan İtalyanlar bir işçi cemiyeti kurmuşlar (“Societá Operaia İtaliana”) ve Garibaldi’yi başkan olarak seçmişler. Garibaldi, o tarihte İstanbul’da değilmiş ama mektuplarının bina arşivinde olduğu söyleniyor.

Kunduracının kızı Lila, odacının kızı Lenu

Napoli Romanları’nın taşıyıcı omurgası kunduracının kızı Lila ve Belediye’de odacının kızı Lenu’nun hikâyesiydi. Birbirlerine sarılarak/sarınarak birbirlerini iterek ve çekerek, “ne seninle ne sensiz” kıvamında yaşıyorlardı. 

“Lila, ben ilkokul bire giderken hayatımda belirdi ve çok kötü yürekli bir kız olduğundan beni hemen etkiledi. O sınıfta hepimiz biraz kötüydük ama bunu sadece Oliviero öğretmen görmediğinde yapardık. Lila ise daima kötüydü.”  

Konuşmak için çok erken fakat Lila’nın “kötü” olduğundan emin değilim. Bence Lila hayata “itiraz” modu ile başlamış. Ve haklı olabileceği nedenleri var.  

Yıllar geçti, Lenu ilkokulu bitirdi, ortaokula başlarken memeleri ve sivilceleri belirdi, Lenu gelişirken Lila henüz ütü tahtası kıvamında kaldı. Bu fark ile beraber Lila’nın  bazı davranışları Lenu için sorun oldu:

“Sonuç olarak kunduracının, memesi olmayan, adet görmeyen, tek bir hayranı bile bulunmayan kızı birkaç gün içinde gönül işlerinde öğüt verecek en yetkin kişi olarak belirlendi. Ve o beni bir kez daha şaşırtarak bu rolü benimsedi.”

**

Haftaya. Napoli Romanları’na, Lenu ve Lila’nın hikâyelerine devam