Okumalar, Değinmeler-41: Diziler, romanlar, filmler

İnsanlık, Sosyalizm diye bir şeyin farkında. Yenilikçiler samimi, sahici bir heyecanla 20. yüzyılı bekliyor: “Yeni bir yüzyılın eşiğindeyiz.”

İLHAMİ ALGÖR

13.05.2023

Alienist” ve “Vienna Blood”, iki televizyon dizisi. İkisi de roman uyarlaması.
 
“Alienist” Caleb Carr'ın 1994 tarihli çoksatar romanından uyarlanmış. “Vienna Blood” ise Frank Tallis’in romanlarından uyarlama. İki yazar da benim yaşıtım. Dünya kadar ödül vs. almışlar. Bende tık yok. Buradan hareketle mağdur, mazlum 3. Dünya yazarı şeysine sığınmayacağım.
 
Kitapları okumadım. Dizileri izledim. “Alienist”i, “Ruh Avcısı” olarak çevirmişler. 1896 senesinde New York Emniyet Müdürü, bir seri katili yakalamaya yardımcı olması için psikolog Laszlo Kreizler'ı görevlendirir.
 
Doktor Kreizler, dizi içinde “Akliyeci” olarak adlandırılıyor. Google’a, “akliyeci” diye yazdım, şöyle cevapladı: “Bunu mu demek istediniz? Nakliyeci.” Allah insanı yapay zekanın geri zekâlısından korusun.
 
“Vienna Blood” ise 1900’lerin başında Viyana’da geçiyor. Genç doktor Libermann, Freud ekolüne yakınlık duyduğu için eski kuşak meslektaşları tarafından horlanıyor.
 
Doktor Libermann ve Doktor Kreizler, köhnemiş yöntemlerin, kurumların, düşünüşlerin karşısında adil ve yenilikçi bir anlayışı temsil ediyorlar. İkisi de cinayetleri çözmek için yeni yöntemler kullanarak polisle çalışıyorlar. Daha doğrusu Polis’in kendileri ile çalışmaya açık, yenilikçi unsurları ile çalışıyorlar. Yoksa Polis teşkilatı, “eski köye yeni âdetler” getiren bu gibi insanlardan hazzetmiyor.
 
Doktorlarımız, mesleki heyecanları ile sarıldıkları gizemli davaları çözmeye çalışırlarken eski kurumlar, suçlarını gizleyen aristokratlar, varsıllar, onlara yardımcı olan yozlaşmış polis ve kamu kurumları görevlileri ile çatışıyorlar.
 
(Yozlaşmış dedim fakat bu sistemin kendisi yoz. Yani yeni bir memur işe başladığında temiz çocuk da sonradan yoz olmuyor bence. Zaten yozlaşma yeteneği yok ise mülakatta eliyorlar diye düşünüyorum. Veya bu düşünüş biçimini son 20 yılda edindim.)
 
1890’larda eski ile yeninin mücadelesi hızlanmış. Eski düzen, köhnemiş bir kafaya sahip. Yeni ise bilim ile elde ettiği verilere dayanarak yol alıyor. Teknolojik gelişmeleri yanlış kullanan eski kafalar da var. Mesela “akıl hastası” olarak kabul ettiği kişiyi düzelteceğim diye elektrik dayamak gibi…
 
Bu arada kadınların ve işçilerin hak mücadeleleri yükseliyor. İnsanlık, Sosyalizm diye bir şeyin farkında. Yenilikçiler samimi, sahici bir heyecanla 20. yüzyılı bekliyor: “Yeni bir yüzyılın eşiğindeyiz.”
 
Bizde de “Yeni binyılın eşiğinde” çok havai fişek atıldı ama kuşları korkutmaktan ve magazin kafası yapay coşkuları saçmaktan başka bir işe yaramadı. Yeni binyılın, öncesinden farklı olmayacağını seziyorduk, hatta emindik ama elimizde ana akım mecralar yoktu.
 
1890’ların New York’u
Veya 1907’lerin Viyana’sı, bize uzak dünyalar gelebilir. Bu nedenle dünya meselelerini “Türkçeleştirmek” önemli. Türkler, olayın içinde bir Türk yoksa dünya olayları ile ilgilenmezler şeklinde bir kabul var idi. Yani anlatılanı anlamak için zihinlerde pencere açılmıyor. Kuzenim gibi. Kuzenim herşeyi kendisinden başlayarak algılar. Soyutlama yeteneği yoktur.
 
Mesela bir zamanlar Mehmed Ali Birand’ın 32. Gün programı Türkiye’de çok tutuluyordu. Birand, dünyanın “ileri gelen” siyasetçi figürleri ile çatır çatır İngilizce ve Fransızca konuşuyor, sorular soruyor, cevaplar alıyordu. Bizden biri, bir Mehmed Ali, cevvaliyeti ve yeteneği ile –özellikle Avrupa karşısındaki– aşağılık kompleksimize merhem oluyordu. (Sonraları bir Mehmed Ali daha çıkıp Papa’yı falan vurdu ama onun hangi yaraya merhem olduğunu bilmiyorum.) Ve Birand’ın bu popülaritesi ile bir sonuca varıldı ki o da Türklerin, olayın içinde kendilerinden biri olmadığı müddetçe dünya ile pek ilgilenmedikleridir.
 
Buradan hareketle 1896’ların New York’u ve 1907’lerin Viyanası’ndan söz edeceksem, ortaya Türkçe bir referans noktası koymamın doğru olduğunu düşündüm. Belki de bizim referans noktamız Akliyeci, ruh ve sinir hastalıkları mütehassısı olarak Mazhar Osman Beyefendi’dir (1884-1951). Türkiye'de ilk modern ruh sağlığı hastanesini kurucusu olarak anılır.
 
Mazhar Osman
1904 Askeri Tıbbiye’den, Yüzbaşı rütbesiyle mezun. Gülhane Askeri Hastanesi Akliye Servisi’nde öğretmen yardımcısı. 1909, 1911 yıllarında Münih’te modern psikiyatrinin en önemli isimlerinden olan Alzheimer ve Kraepelin ile, Berlin’de ise Ziehen ile çalıştı. Tekrar Gülhane'ye döndü, 1914'te Haseki'deki "Akıl Hastalıkları Müşahedehanesi'nin başhekimi ve müdürü” oldu.
 
Münih ve Berlin’deki Hocaları, Alzheimer, Kraepelin ve Ziehen, belki de Vienna Blood’un akliyecisi Dr. Kreizler’in bilgisi dahilindeki isimlerdir.
 
Dr. Kreizler, dizinin 11. bölümünde muayenehane sahibi olarak karşımıza çıkar. Akliyeci muayenehanesine gitmek o yıllarda kolay bir şey olmasa gerek. “Ne yani ben deli miyim?” düşüncesi var, “Elalem ne der?” şeysi var. Allah muhafaza geri zekalının birinin eline düşüp elektriğe bağlanmak var, vs.
 
Fakat doktorumuzun kızkardeşi, bir ablalık yaparak arkadaşı bir hanımı getirir. Yeni yollara girerken insan elinden tutacak, cesaret verecek güvenilir birini arar.
 
Neyse, Bayan X’i kanapeye uzanmış görüyoruz. Fakat Bayan X, kanepeye oranla daha hacimli olduğu için kanapeyi göremiyoruz. Doktorumuzun, “Cinsel fantaziler doğaldır. İnsan kendini bu nedenle günahkar ve suçlu hissetmemelidir” cümlelerinden anlıyoruz ki Bayan X evlidir, bazı sıkıntıları vardır, kendine bile izah edememektedir. Belki de “ayıp, yasak, günah” üçgenine sıkışmışır. Netidece, Bayan X gidiyor, dizi de akıp gidiyor.
 
Gece
Dr. Kreizler muayenehanesinde masa başında çalışmaktadır. Koridorda bir silüet belirir. Esasen Kreizler gecenin o saatinde, bölümün katilini beklemektedir. Biz seyirciyi de “acaba bu gelen katil mi?” geriliminde bir süre oyalarlar. Fakat gelen şahıs beklenen katil değil, Bayan X’in kocasıdır. Adam fena halde sinirlidir. “Karım sana ne dedi, hakkımda neler anlattı?” sorularıyla kafayı sıyırmış halde Dr’un yakasına yapışır. Adamın korkusu, cinsel mahremlerine dair karısının –elin herifine– bir şeyler anlatmış olabileceğidir. Neyse o hadise çok büyümeden hallolur. Fakat benim aklıma Muzaffer Tema’nın “ruh ve sinir hastalıkları mütehassısı” olduğu 1955 yapımı bir film gelir: “Kadın Severse.”
 
Roman uyarlaması bir film: Kadın Severse
Muzaffer Tema, bu filmde Sinir Hastalıkları Mütehassısı Dr. Ferit rolündedir. Bir kadın hastasına bakmış (bence danışanını dinlemiş, hasta lafını sevmiyorum), kadına “söyle, kocan gelsin” demiştir ki koca gelir.
 
Dr. Ferit, kocaya bir şeyler anlatır, nasihat verir ve gönderir. Son cümlesi şöyledir: “…onun ruhi ve cinsi ihtiyaçlarını da tatmin etmeye mecbursun.” (Arada, “karınla yatmazsan kötü yola düşer, mesulü sen olursun” anlamına gelen cümleler de vardı ama almadım.)
 
“Kadın Severse” filmi Esat Mahmut Karakurt’un bir romanından uyarlama. ”E.M. Karakurt’un roman(s)larında erkek kahramanlar” (*) başlıklı akademik bir metin okudum.
 
Giriş bölümünden aktarıyorum:
“Üç bölümden oluşan tezde, öncelikle, Esat Mahmut Karakurt’un romanlarındaki erkek kahramanlara fiziksel özellikleri, eğitim ve meslek durumları, aşk ilişkileri ile ideolojik söylemleri bağlamında yaklaşılmıştır. Bunun sonucunda erkek kahramanların, 30’lu yaşlarda bekâr, yakışıklı, Avrupai giyinen, mesleklerinde başarılı, kadınlara ve aşka karşı mesafeli, milliyetçi ve muhafazakâr söyleme sahip erkekler olduğu saptanmıştır.”
 
“…kadınlara ve aşka karşı mesafeli” tanımından hareketle, E.M. Karakurt Beyefendi’ye, Misery filmindeki pop roman yazarının başına gelenleri dilerim. Bu vesileyle, filmde yazarın ağzını burnunu kıran Kathy Bates’e teşekkür ve hayranlıklarımı sunarım.
 
Bir oy Piro’ya, bir oy yeşilli, ağaçlı şeye.
 
Selam sevgiyinen
 
(*)Bilkent Üniversitesi Ekonomi ve Sosyal Bilimler Enstitüsü, “Esat Mahmut Karakurt’un Roman(S)larında Erkek Kahramanlar”, Senem Timuroğlu Bozkurt. Türk Edebiyatı Bölümü Bilkent Üniversitesi, Ankara Temmuz 2006.
 
—–
Kapak Görseli: Stephen Louis Grush, The Alienist dizisinde.