Okumalar, Değinmeler-46: Boktan taşıyıcı direkler
Yabancı öpsün sizi. O’lum aynı mahallede doğduk büyüdük, ne kadar yabancı olabilirim ki?
17.06.2023
Arada sırada, “Gecen yüzyıl hadiseleri” dediğim, hafıza kokulu bir başlık çıkıp geliyor. Daha önce bir yerlerde yazdığım, P24 ve müstakbel kitap için gözden geçirip biraz daha “içten” döküldüğüm bir yazı bu.
20. yüzyıl ortaları. Atıf Yılmaz, Aah Güzel İstanbul’u henüz çekmemiş. Belki de Safa Önal, henüz senaryo’yu yazmamış. O esnada ben İstanbul suriçi bir mahallede ilkokul talebesiyim. Hacı Süleyman Bey İlkokulu. Bizans çıkmazlarının ve 1700-1800’lü yılların Osmanlı taş ev mimarisi sokak arası izlerinin, kalıntılarının hâlâ mevcut olduğu başka bir gezegen.
Yaz tatillerinde pederime yardım ediyorum. Pederim, İstanbul meyve sebze halinde köfteci. Kendi emeği ile çalışan küçük girişimci. Ben, kısa pantolonlu çırpı bacaklı bir velet (*), köfteci çırağı olarak boş su şişelerini, tabak çatalı toplarım, matematiğim hızlı, yemek paralarını da toplarım. Parayı alırken “bereket versin” derler. Bir müşteriden öğrendim, “bereket çarpsın” diyorum. Hâlâ diyorum.
Meyve sebze hali, Süleymaniye etekleri, Haliç kıyısı. Az ötesi Unkapanı, berisi Yağkapanı. Osmanlı iaşe sisteminin İstanbul ayağı. Biraz kazırsan Bizans. Mallar yüklü kamyonlar ve denizden mavnalar ile gelir gün doğumu öncesi. Önce kabzımallara dağılır.
Tuzu kuru kabzımallar, yazıhane katipleri, mal almaya gelmiş İstanbul esnafı, üst üste meyve sebze sandıkları, sırtlıkları ile hamallar, sandıkları gideceği semte göre teslim alan kahyalar. Kahyalardan birinin adı Hristo. İnce uzun zargana balığı gibi bir adam. Demek ki 1964 Rum sürgünü/tehciri öncesindeyiz henüz.
Semtlere dolu giden sandıklar, dönüp gelen boş sandıklar. Arı kovanı, karınca yuvası bir teşkilat. Tıkır tıkır işliyor şehrin gıda dağıtım sistemi. Tepeleme yığılı patates soğan çuvalları, esnafı, dükkanları, telefon kulübesinden küçük katip yazıhaneleri, hamalları. Hamallardan biri Pötürgeli. Kaçakçılık da yaptığını söylüyorlar. Dükkanlardan birinin patronu Adalet Partisi İstanbul il bi’şeysi, kardeşi narkotikte amir.
Az ötede iki rakip kabadayının yazıhaneleri. Adamları, çakalları, silahşörleri. Adamlardan biri asteğmen üniformalı. Saf sirke içiyor göbeğini eritmek için. Kim vermiş ise o aklı.
Diğer kabadayı’ya sivil polisler geliyor öğle yemeğine misafir olarak. Arabalarının bagajında coni wolkır şişeleri. Bizden bir tepsi köfte piyaz vs. gidiyor. Muhtemelen ödemesi yapılmayacak. Veya belki bir gün, birikmiş borcun bir kısmını öderler. Niye ödüyorlarsa?
Zabıta. Gelir yer gider. Zabıtadan para istenmez. Yanlış hareket olur. Onlar da beleşçi ama ezikler. Selam sabahları var vicdanlarını hafifleten.
Pötürgeli hamal, yazıhane katibi, AP İstanbul il şeysi soğan patates tüccarı, sirke içen asteğmen, sivil polisleri ağırlayan kabadayılar, zabıta, kahyalar, babam… Herkes aile babası. Aileler biliyor erkeklerinin nasıl boktan bir hayatın taşıyıcı direkleri olduğunu. Zabıta ve polis teşkilatı da biliyor. Siyasi Parti il teşkilatları da.
Bir tek çocuklar bilmiyor. Henüz bilmiyor. Bu nasıl boktan bir organizasyon? Nasıl bir hayat yapmışsınız siz kendinize? Acaba şöyle bir şey yazabilir miyiz bir gün özgeçmişimize: “Güçlülerin güçsüzleri ezemediği, kamu hizmeti görevlerinin güc’e tahvil edilemediği, adil bir toplumsal yapının içinde sosyalleşti. Buna rağmen inançsız ve fevri bir kişilik geliştirdi.”
Bu esnada, şehrin asırlık çınarlarına resmi bir evrak tebliğ ettiler: “Zararlı faaliyetlerinizden dolayı 72 saat içinde sınırdışı edileceksiniz. Beraberinizde bir bavul şahsî eşyanızla 200 lira götürebilirsiniz. Rumcanızı da yanınıza alın.”
Kimse ağzını açıp diyemedi ki; “Bu adamlar buraların yerlisi. Niye sürüyorsunuz komşumu, dostumu, arkadaşımı?” Daha önce de diyememiştik, daha sonra da diyemedik.
Ertesi sene Atıf Yılmaz Aah Güzel İstanbul’u çekti. Film başladı, Sadri Alışık kameraya şunları dedi: “Bendeniz Haşmet İbriktaroğlu. Dedemin dedesi Saray’da İbrikçibaşı. Dedem paşa. Babam hovarda ve tüccar…”
Erkekleri saydı yine. Boktan hayatın taşıyıcı direklerini. Herkes bok kokusunu tanıyordu. Bile bile geldik bu güne.
*
On küsur sene sonra, Keşanlı Ali Destanı filmini izlemiş ve Ankara’da üniversite okuyan bir genç olarak İstanbul’a geldim. Pederimi ziyaret ettim. Kahya Hristo yoktu, göremedim. O esnada iki zabıta memuru, istihkaklarını almaya geldiler.
“İstihkak”, “hak edilmiş şey” anlamına gelir. Zabıtaya avanta, zabıtanın hak ettiği bir şeydir. Memleket gündeliğinin normali budur. “Norm” dediğin, o toplumun kural olarak benimsediği bir şeydir. Bu işler böyle yürür. Yürür de ne yön’e gider?
Kabadayı’lara gücüm yetmedi, zabıta’ya, herkesin içinde yol verdim. Sesim davudi çıktı. Kimse ağzını açmadı. Zabıta gitti, çevredekiler işlerine döndü. Hayat yine aktı.
Bu muhteşem tiradım, peder bey’e “üç gün ticari faaliyetten men” şeklinde döndü. Belediye kara kaplı kitabını açtı, uygun bir madde seçti, pederin köfte tezgahını üç gün bağladı. Belki yazılı bir evrak bile yoktu. Ne diyeceklerdi; “Biz orada burada zırt pırt yer içeriz, para ödemeyiz. Toplumsal norm'umuz, normalimiz budur. Fakat dallama oğlun, genç savaşçı havalarında geldi bize sıçtı sıvadı…”
Kovmakla olmuyormuş. Ben toplumsal realitenin gözeneklerine henüz vâkıf olmayan bir kuş imişim. Çevrem, “okumuş çocuk” diye hoş görmüş, yüzüme vurmamış, “askere gidince, evlenince, baba olunca değişir” şeklinde kendi içlerinde sessizce halletmişlerdi.
Bu hallediş yöntemine, “tevekkül” veya “mecburi kabul sebepli uyum yeteneği” ya da “anasının gözü esnekliği” vb. diyebiliriz. Ama yıllar sonra haklı çıktılar. Siyasi bir yetenek, toplumun nabzını, ellerini, orasını burasını tutabilen biri, “benim memurum işini bilir” dedi. Cümlenin sahibi, bu memleketin devlet protokol'ünde (yetişkin müsameresi gibi bi’şey), en baba trafik plakasını taşıyan bir adam.
O zaman benim aklım çalışsaydı, yaşadığım memleketin, her koşulda hayatta kalma yeteneğine sahip insanlardan oluştuğunu fark edebilirdim. Hatta bu yeteneğe, insanlık denen canlıyı temsil edebilme onurunu vermek isterdim. Hani uzay'a kapsül atıyorlar, içinde insanlığı temsilen bir şeyler oluyor.
Memleketim tek başına bütün insanlığı temsil edemeyebilir. Kabul ederim. Fakat muhteşem normlarını sürekli yeniden üreterek kendini temsildeki ısrarı dikkate değer bence. Farklı bir insan türü olarak önemsenmesi gerekir. Unesco tescili kesmez beni. Ben istikbalin uzayda olduğuna inananlardanım. Arz ederim.
Müessese ikramı: “Saçlarıma ak düştü, sana ad bulamadım”.
Selam ve sevgi ile
(*) Yaz tatillerinde peder beyin köfte tezgahında çalışan kısa pantolonlu velettim fakat bir ablam var, bana Avrupa moda dergilerinden giysiler dikiyor. Suriçi İstanbul’da İtalyan çocuğu havasında geziyordum. Haliyle akranlarım arasında bana gıcık olanlar çıkıyor. 19. asırda, suriçi İstanbul mahallelerinde Avrupai kılık kıyafet ile dolaşanları döverlermiş. Kültürel zeminli husumet. “Biz buralarda yabancı sevmeyiz” kafası. Yabancı öpsün sizi. Bana gıcık olan dallamalarda fındık kadar beyin yok. Olum aynı mahallede doğduk büyüdük, ne kadar yabancı olabilirim ki? Ayrıca kardeşine giysi dikmeyi seven veya kardeş bahanesiyle biçip dikmeyi seven bir ablam var, sende yoksa ben naapim. Sığır.
—–
Kapak Görseli: Gianni Crestani (Pixabay)