Okumalar, Değinmeler-48: Atlar “L” gider
Orhan Kemal’i şiir yerine roman ve öykü yazmaya Nâzım Hikmet teşvik etti derler. 1940’ta, Bursa Cezaevi’nde tanışmışlar. Pergel çalışmış yani.
04.07.2023
“Tatildeyim” bahanesi ile eski yazılarımı kırpıp takdim ediyorum. 2021 yılındayım yine. Güney’de bir yerlerde, yaz aylarında tatilciler ile nüfusu kalabalıklaşan deniz kıyısı bir köydeyim. Hisli Kirpi için çalıştığım yıllar.
*
Bugün yine evi süpürdüm. Havluları yıkadım astım. Biraz odun dizdim. Yoruldum, oturup haberlere baktım. Dünyanın hızı artmış. Yıl dediğimiz toplam, birkaç saniye kısalmış. “Şubat niye diğer aylardan kısa?” diye gugıl’a sordum. Culyus Sezar ve Avgustus kafalarına göre takvimi düzenlemişler. O arada Şubat kısa kalmış.
Cep telefonumdan radyo açtım. Ayvalık Radyo’yu dinliyorum. Arabesk, pop, karışık çalan bir radyo. Emel Sayın söylüyor: “Yarabbim feryadımı artık duysan diyorum / Senden ya bin sabır ya bir ümit bekliyorum.”
Sözlere takıldım. “Artık duysan diyorum” şeysinde sitem var diye düşündüm. Feryadı duyulmayan kişi, sitemden bir adım sonra acaba nereye varır diye düşündüm. Fakat ikinci cümledeki “bin sabır = bir ümit” denklemindeki açık ara eşitsiz oran dikkatimi çekti. “Matematiği zayıf veya kendi iradesini sıfırlamış, teslim olmuş” diye düşündüm. İnsan bir şeye teslim olunca matematiğe gerek kalmıyor mu ne?
Kendi soruma cevap aramak üzereydim, şarkı değişti: “Kolu kanadı kırık kuşlar gibiyiz, ayrı diyarlarda / Bize saadet nasip şimdi uçuk rüyalarda.” Şarkının adına, solistine baktım. Rengin söylüyordu: “Aldatıldık.”
Sözler hayal kırıklığı içeriyordu fakat melodi zil takmış şıkır şıkır oynuyordu. Sevdim şarkının neşesini. Bir ömrü neredeyse heba etmiş fakat hâlâ enerjisi var, kuyruğu dik tutuyor, yola devam ediyor.
Boğaziçi Üniversitesi’ne kayyum haberlerine baktım. Oxford, Harvard ve Yale üniversiteleri, Boğaziçi’ne destek açıklamaları yapmış. “Amaan, elit dayanışması işte” diyebilirdim, demedim. “Türkiye bir dünya ülkesidir” düşüncesini tercih ettim. Gezegenin tümü üzerinde var olduğumu düşünmeyi seviyorum. “Hangi çılgın bana zincir vuracakmış şaşarım!” cümlesi zıpladı içimden. Düşünürken zıplamayı severim.
Nurdan Gürbilek’in son kitabı İkinci Hayat, edebiyat-dışı kategorisinde 2020’nin en iyi kitabı olarak seçilmiş. Gürbilek edebiyat eleştirmenidir. Kıymetlidir. birartibir.org’da söyleşisini gördüm okudum:
“Mahallenin eril dilini çok iyi bilen bir yazar Orhan Kemal. O dili, aslında tüm cinsel işbölümünü, tersine çeviriyor Tersine Dünya’da. Can Yücel Oidipus kompleksini Türkçeye ‘anam avradım olsun’ kompleksi diye tercüme etmişti. Orhan Kemal’in o lafı tersine çevirdiği, Bitirim Leyla’nın kumar oynarken sustalısını çıkarıp ‘Babam kocam olsun ki… yaklaşanı delik deşik ederim’ dediği sahne kalmış benim en çok aklımda.” (N. Gürbilek)
Çok kıymetli düşünceler var bu söyleşide. Daha uzun aktarmak isterdim fakat yerim dar. Söyleşiyi Yücel Göktürk ve İrfan Aktan yapmış/gerçekleştirmiş. Teşekkür ederim.
Orhan Kemal’in evi benim çocukluk güzergâhlarımdan birine yakındı. Güzergâh üstünde bir köşe kahvehane vardı. Rahmetli pederim Köfteci Mısto, Börekçi Karaman, birileri daha, kahvehanede “hoşkin” derler bir kâğıt oyunu oynardı. Bazen Kömürcü Kara Hüseyin, yancı olarak masaya dahil olurdu. Üç şekerli oralet içerdi. Muhteşem bir adamdı Kara Hüseyin. Hitler ile Atatürk’ü iki karayağız atın çektiği arabası ile Unkapanı’ndan alıp, Saraçhane’den, Roma su kemerlerinden dolaştırarak nasıl gezdirdiğini anlatırdı. “Palavracı” derlerdi Hüseyin’e, gülerlerdi. Adam absürdün şahını yazıyor yanlarında haberleri yok. Üstelik, Orhan Kemal Bey’in evi, kahveye 50 metre mesafede!
“Üstelik” kelimesi ile başlayan ve Kara Hüseyin anlatılarındaki absürdlüğe mantıksal destek olmasını umduğum cümlemin sağlamlığından emin değilim. Anlayışınıza sığınıyorum.
Radyo, “Şehirlere bombalar yağardı her gece / Biz durmadan sevişirdik”e geçti. Söyleyen Ahmet Kaya değil, başka bir erkek sesi. Severim bu şarkıyı. Bazen durur niye seviyorum diye düşünürüm. Sıkıldım hüzne yatkın huyumdan. Hani terk edilmiş olsam anlarım. Ne bileyim, “terazinin hüznü” diye bir şey varmış, kronikmiş diyorlar. Olabilir. Aşk beşinci element ise, hüzün altıncısıdır.
John Berger Beyefendi’nin vefatının 4. senesi nedeniyle kaleme alınmış bir yazı okudum. Yazının bir yerinde Nâzım Hikmet adı geçiyordu:
“Nâzım’ın şiirlerini ilk keşfettiğimde beni en çok çarpan şiirlerin yarattığı enginlik duygusuydu; o zamana kadar okumuş olduklarımın hepsinden daha geniş bir alanı kapsıyorlardı. Bu alanı tasvir etmiyor, onu kat ediyor, dağları aşıyordu şiirler. Aynı zamanda eyleme dairdiler. (…) İşte o zaman Nâzım’ın şiirinin benzersiz ve zorunlu stratejisine ilişkin bir şeyi kavradım: sürekli olarak kendi tutsaklığını aşmak zorundaydı! Tutuklular hemen her yerde Büyük Firar’ı hayal ederler; Nâzım’ın şiirindeyse buna rastlanmaz. Onun şiiri, başından beri cezaevini dünya haritasında küçük bir nokta olarak belirtir. (…) Nâzım’ın şiiri, sivri ucu hapishane hücresine saplanmış bir pergel gibi kimi zaman mahrem kimi zaman geniş çaplı ve küresel daireler çizer.” (Yalın Sürez, K24, “Israrcı bir umut”)
Orhan Kemal'i şiir yerine roman ve öykü yazmaya Nâzım Hikmet teşvik etti derler. 1940'ta, Bursa Cezaevi'nde tanışmışlar. Pergel çalışmış yani.
Kalkıp bulaşık yıkayayım. Sezen Hanım gücenmesin, yine Rengin’den “Aldatıldık” dinleyeyim. Şıkır şıkır şarkı, bulaşığa uyar:
“Kolu kanadı kırık kuşlar gibiyiz, ayrı diyarlarda / Bize saadet nasip şimdi uçuk rüyalarda.”
Yazı biraz kısa oldu. Enflasyon etkisi diyelim. Enflasyonun hayatımızı kemirme hızına paralel olarak yazılarım daha da kısalabilir. Yazı olarak iki satırlık şiirimsiler takdim edebilirim. Şunun gibi mesela:
Satranç
Atlar,
“L” gider
Le Le, Le Le, Le Le
—–
Kapak Görseli: 1943, Bursa. Murat Germen-Cafer Türkmen Arşivi