Okumalar, Değinmeler-49: Deli dolu muydu Osman Bey?

Göçer konar beyliğimiz, iki dünya arasında bir nevi üçüncü dünya mı? O aralıkta mı kalacak yoksa bu dünyalardan birinin huyuna suyuna mı evrilecek?

İLHAMİ ALGÖR

08.07.2023

Tatil kitabı olarak, Cemal Kafadar Hoca’nın İki Cihan Âresinde adlı kitabını açtım ve aşağıdaki paragraf ile karşılaştım:
“On üçüncü asrın sonlarında Anadolu’nun batı hudutlarında Osman adında birinin önderlik ettiği ve ‘Osman’lı hanedanının kontrolü altında birkaç nesil içinde kendi emperyal kimliğinin farkında merkezî bir devlete dönüşen bu siyasi girişimin büyüleyici inkişafının ardında yatan amiller/nedenler…”
 
Burada bir an duracağım. Bir kere Osman adı burada yazdığım gibi yazılmıyor. “O” harfinin başında tırnak, “s” harfinin altında kısa bir çizgi, “a” harfinin üstünde kısa bir çizgi var. Bu çizgiler kelimenin telaffuzunu mu etkiliyor? Eğer öyle ise sesin ağızdan çıkışı bildiğimiz “Osman” kelimesinin sesinden farklı mı oluyor? Bu fark ne anlama geliyor?
 
Bu soruyu sormamın diğer nedeni kitap tanıtım sayfasındaki şu cümle:
“İslam ve Bizans coğrafyaları arasında, sadece fiziksel olarak değil, siyasi ve kültürel olarak da iki dünya arasında bir uç mevkiine yerleşmiş küçük bir beyliğin…”
 
Göçer konar beyliğimiz, iki dünya arasında bir nevi üçüncü dünya mı? O aralıkta mı kalacak yoksa bu dünyalardan birinin huyuna suyuna mı evrilecek? Veya her ikisinden de ekonomik, siyasi, askeri iktidari prensipler alıp, aldıklarını meczedip kendince bir terkip mi eyleyecek? Neticede emperyal olabildiği için mimarisinden saray teşkilatına, kaşının renginden, bokundaki boncuğa kadar detayları ile insanlık aleminin derin manalar köşesine mi kurulacak?
 
Veya diyelim ki yıllar yıllar içinde çakıllar, taşlar arasından süzüldü kendine has bir renk edindi. O rengin içinde 72 renk var idi fakat biz onu sadece “kodumu oturtan cengaver rengi” ile mi hatırlarız? Niye? Hafıza kaybı mı yaşıyoruz? Yoksa diğer renkleri sile sile mi geldik?
 
(Ara nağme: “A benim mor çiçeğim, sen doldur ben içeyim”)
 
Osmanlı’nın kuruluş ve gelişim çizgisini iyi kötü biliyoruz. Hikâyenin Bilecik, Söğüt, Domaniç civarlarında başladığını, sonra batıya doğru genişlediğini… Okullarda öğrettiler, Tv dizileri yaptılar. (Dizileri izlemedim ama tanıtım videolarına denk geldim. Aklımda eli kılıçlı, çatık kaşlı sert bakışlı erkekler kaldı. Bu erkek tipi, 20. yüzyıl Türk Tv dizilerinde de var. Ve Hint filmlerinde.)
 
Bugün, Bilecik Valiliği ve Söğüt Kaymakamlığı web sitelerine baktığınızda size bölge tarihini aktarır ve sözü Osmanlı’nın kurucu çekirdeği olarak Osman Bey’e getirirler.
 
Osman Bey’e gelene kadar tarihi verileri kalın başlıklar halinde aktaran dil, birdenbire edebi bir hüviyet kazanır:
“Osman (Kara Osman) Bey kara yağız, geniş omuzlu, civanmert, deli dolu ve dirayetli bir insandı.”
 
Ben, Osman Bey’in “deli dolu” olduğuna inanmıyorum. Veya “sadece deli dolu” olduğuna inanmıyorum. Birinci nedenim şu, Osman Bey ve kendisinden önceki kuşaklar yıllar yıllar süren bir yolculuk ile uzun bir yoldan geldiler. Bu uzun yolculuk otobüs, tren penceresinden manzara izleyerek gerçekleşmedi. Muhtemelen ticaret, güvenlik kaygıları vb., hayati tecrübeler biriktirmeye sebep olan bir çok temas içerdi.
 
Mesela bakınız:
“Eldeki birçok tarih anlatısına göre Osman’ın ataları, Orta Asya’dan Anadolu’ya, onüçüncü yüzyıl başlarında Cengizîlerin istilasının ardından yaşanan ikinci büyük Türk göçü dalgasıyla gelmişti. Anadolu’ya geldikten sonra, Hem Hıristiyanları hem de (özellikle Araplar, Kürtler ve Acemler gibi) Türkçe konuşmayan Müslüman toplulukları muhtevi karışık bir etnik ve dinî mozaikte yaşayan, bir dizi Türkdilli toplulukla karşılaşacaklardı. Ki bu toplulukların kimisi şehirlerde meskûn, kimisi tarımla uğraştıkları topraklarda mukimdi, ancak çoğu, Osman’ın ataları gibi hayvancılıkla uğraşan konar göçerlerdi. Hepsi olmasa da ekseriyeti Oğuz lehçesiyle konuşuyordu ve yine tamamı olmasa da büyük bir kısmı Müslümandı. O dönemde bile, Müslüman olmaktan farklı farklı şeyler anlayan topluluklara bölünmüşlerdi.” (İki Cihan Âresinde)
 
Şu kadar çadır, bu kadar oba, atlar, sürüler, yaylalar, kışlaklar… Bir yerlerde bir şeyler satıp veya takas edip tuz, şeker (*), vs. alacaksın herhalde. Belki çerçiler gelip geçecek. Veya pazar yerlerine ihtiyacın olacak. Göreceksin, tanışacaksın. Şehirli esnafına güvenmemeyi öğreneceksin vb.
 
Veya bakınız:
“…Kahramanmaraş ile Kayseri arasında (artık) pek bilinmeyen bir yaylanın bir zamanlar Ortadoğu’dan, Asya’dan, Avrupa’dan gelen tüccarların ipekli dokumaları, kürkleri ve atları alışveriş ettiği canlı bir uluslararası panayıra evsahipliği yaptığı…” (İki Cihan Âresinde)
 
Muhtemelen bu panayırların daha küçük ölçeklileri de vardı şurada burada. Temas, öğrenme, birikim, akıl, zeka, tecrübe gibi şeylerin altını çizmeye çalışıyorum. Yani mesele, rüyasında ileride bir gün emperyal bir devlet kuracağına dair ağaçlar, işaretler gören “geniş omuzlu, deli dolu” bir adam meselesi değil.
 
1200’lü yılların sonlarına doğru Diyar-ı Rûm olarak anılan bir coğrafyadasınız. Türk gaziler, Ermeni prensler, Bizans tekfurları, I. Haçlı Seferi ile Anadolu’ya gelmiş Frenk şövalyeleri sağda solda küçük hükümranlıklar sürüyorlar.
 
“Anadolu’daki bu siyasî tablo, illa da kendi dinlerinden ya da etnik temellerinden olması gerekmeyen gruplarla her türlü kutsal ittifaka ve gayri mukaddes antlaşmaya girmeye hazır muhtelif maceraperestlerin, çoğu kısa soluklu kalmış başarıları ekseninde kalmaya devam etti.” (İki Cihan Âresinde)
 
Olup bitenler Doğu Roma İmp./Bizans ile Anadolu/Rûm Selçukluları dediğimiz iki devlet geleneği, kurumsallığı arasında cereyan ediyor. İki tarafın da güç kaybettiği, transfer oyuncular ile sınır bölgelerine tahkimat yaptığı, on yıllarca süren bir bilek güreşi.
 
Transfer oyuncular dediğim Bizans için Kuman Kıpçak aşiretleri (mesela Köse Mihal) ve “Akritai” (**) denilen sınır savunucuları. (Akritai dansı için şu linke tıklayınız lütfen.)
 
Selçuklu için transfer oyuncular ise Osman Bey ailesi/aşireti gibi uç beylikler. Yine 1200’lerin sonlarındayız. Moğollar’ın Anadolu cihetine bakan kolu İlhanlılar çok şeyi değiştirmiş.
 
Mesela:
“13. yüzyıl başlarından ortalarına kadar devam eden pagan Moğol istilaları, Orta Doğu’nun ve Orta Asya’nın dört bir yanında siyasi, toplumsal ve dini dönüşümleri hızlandırdı. Uzun zamandır Müslüman olan topraklar, tarihlerinde ilk defa, merkezi binlerce kilometre doğuda, Moğolistan’daki imparatorluk başkenti Karakurum’da bulunan ve Müslümanların alışkın oldukları ayrıcalıklı statüyü kaybettikleri, Müslüman olmayan bir imparatorluğun kontrolü altına girdi.” (A.C.S Peacock, Moğol Anadolu’sunda İslam, Edebiyat ve Toplum, Koç Üniv. Yay.)
 
Moğol faktörü hem Osman Bey ve aşiretini/boy’unu yerinden edip yollara düşürmüş hem de Köse Mihal ailesi gibi Kıpçak Kuman aşiretlerini. Osman Bey ailesi doğudan batıya gelmiş, Köse Mihal ailesi ise Balkanlardan inerek ve Bizans’ın görevlendirmesiyle Bilecik taraflarına sınır koruyucu, uç beyi olarak tayin edilmiş. Bak sen şu feleğin işine.
 
(Kapanış nağmesi: “Ben feleği gördüm taştan inerken”)
 
1200’lü yılların sonuna doğru Bitinya denilen bölgedeyiz. İzmit körfezi civarı, Sakarya, Düzce, Bursa arasındayız. Buna haftaya devam edelim
 
(*) Haçlılar, "tatlı tuz" dedikleri şeker kervanlarıyla Kutsal Topraklarda karşılaştılar ve şekeri Avrupa'ya getirdiler. (Wiki)
 
(**) Akritai, Bizans İmparatorluğu'nda 9.-11. yüzyıllarda imparatorluğun doğu sınırını koruyan ve Orta Doğu'nun Müslüman devletlerine bakan sınır askerlerini belirtmek için kullanılan bir terimdir. Onların süslenmiş kahramanlıkları, Digenes Akritas'ın Bizans "ulusal destanına" ve Acritic şarkılarının döngüsüne ilham verdi. (Wiki)