Pierre Bonnard (1867-1947) Femme Etendant Du Linge 1892.

Okumalar, değinmeler

Napoli Romanları’nın anlatıcı sesi Lenu’nun sesi idi. Beni sardı. Hatta içine çekti. Su kemeri takıntım soldu. İyi de oldu. Bayan Ferrante’nin kulağına “adamın biri Napoli Romanları’nı Roma su kemeri izi bulmak için okuyor” şeklinde bir cümle gitse utanırdım

İLHAMİ ALGÖR

14.12.2024

Napoli Romanları’na, Lenu ve Lila’nın hikâyelerine devam ile :

Ve sonra Lenu ve Lila, iki genç kadın adayı oldular. Bu esnada ortalık kalabalıklaştı. Kunduracı kzı Lila’giller, Odacı kızı Lenu’giller, Don Achille ailesi, Marangoz’un ailesi, Deli dul kadın, Demiryolcu-şair, Manav ve ailesi, kenarın varsılı karanlık ve zorba Solara’giller… Anne babalar, kardeşler, yakın arkadaşlar; sevdikleri, korktukları, çekindikleri, merak ettikleri kişiler; kenarın çocuklarının merkeze gıcıklığı veya merkezin kenarı görmezden gelnesi, yok sayması.

Romanın bir yerinde Lenu, Lila ve birkaç arkadaş daha, kenarın çocukları olarak Napoli merkezine iniyorlardı: 

“Genç erkeklere değil, kızlara, genç hanımlara bakıyordum: bizden kesinlikle farklıydılar. Sanki onlar başka bir hava solumuşlar, başka yemekler yemişler, başka bir gezegende giyinmişler ve yürümeyi gergin tül üzerinde öğrenmişlerdi. Ağzım bir karış açık kalmıştı. Üstelik ben onların giysilerini, ayakkabılarını, varsa gözlük tiplerini incelemek için olduğum yerde duruverirken, onlar yanımdan gelip geçiyor, beni sanki hiç görmüyorlardı. Beşimizden hiçbirini görmüyorlardı. Biz algılanamıyorduk. Ya da ilgi çekmiyorduk. Ve hatta, olur da birinin bakışı üzerimize düşerse rahatsız olmuşçasına hemen başka tarafa dönüyorlardı.”

Benzer bir durum aynı yıllarda İstanbul’da da mümkündü. İstanbul Kuştepe, Gültepe (1950’li yılların sonlarında oluşmuş, gecekondudan evrilmeye çalışan, yolları kış aylarında çamurlu, yaz aylarında tozlu iki yeni semt) gençleri, hafta sonlarında lüks hayatların semtine, mesela Nişantaşı’na inseler aynı bakışsızlık ile karşılaşırlardı. 

Benzer bir bakışsızlığa Annie Ernaux’un “Seneler” adlı romanında da rastladım: 

“Ortaokul yılları boyunca aynı sırayı paylaştığımız, sonrasında çıraklığa verilmiş ya da meslek kursuna kaydolmuş bir arkadaşımıza rastladığımızda durup da onunla konuşmak aklımızdan bile geçmezdi. Aynı şekilde, kış sporlarından yüksek sosyal konumunun nişanesi olan güneş yanığı tenle dönen noterin kızı da okul dışında bizim yüzümüze bakmazdı.” 

Görmezden gelmelere ne diyelim, kibir mi diyelim? Günlük dilde kibirli insanlara “burnu büyükler” deriz. Biraz daha abartırlarsa “boku boncuklular” deriz. Aşırı abartanlara “padişahın sol taşağı” deriz. 

*

Napoli Romanları’nın anlatıcı sesi Lenu’nun sesi idi. Beni sardı. Hatta içine çekti. Su kemeri takıntım soldu. İyi de oldu. Bayan Ferrante’nin kulağına “adamın biri Napoli Romanları’nı Roma su kemeri izi bulmak için okuyor” şeklinde bir cümle gitse utanırdım. 

Lenu’nun sesini izledim. Ne zaman annesinden söz etse, ekşimiş bir dil kullanıyordu. Bu dile çok erken yaşta başlamıştı:

“… öğretmenim tarafından sevilmeyi seviyordum, herkesçe sevilmeyi seviyordum. Evimde babamın gözdesiydim, erkek kardeşlerim de seviyordu beni. Sorun annemdi, onunla bir türlü aynı dili konuşamıyorduk. Bana öyle geliyordu ki, altı yaşımı henüz geçtiğim o günlerde hayatında gereksiz olduğumu anlamam için elinden geleni yapıyordu. Ona sevimli gelmiyordum, annem de benim için sevimli biri değildi. Bedeninden tiksiniyordum, olasılıkla bunu da sezinliyordu.”

Ekşimiş dil ve duygular daha sonra da, mesela Lenu ortaokula başladığında da devam etti:

“Notlar belli olduğunda öğretmen annemi çağırdı, benim yanımda, Latinceden onun cömertliği sayesinde geçebildiğimi ama bir sonraki yıl özel ders almazsam başaramayacağımı söyledi. Katmerli bir aşağılanma yaşadım: hem ilkokuldaki kadar başarılı olamadığım için hem de öğretmenimin uyumlu görünümü, düzeyli giyimi, biraz İlyada destanını andıran İtalyancası karşısında annemin perişanlığı, eski ayakkabıları, mat saçları, berbat lehçesi ve gramersiz İtalyancası yüzünden utandım.” 

“Anneden utanmak”, A. Ernaux’un Bir Kadın adlı romanında da karşımıza çıkıyor. Romanın küçük kızı, okul  arkadaşlarının ince, ağırbaşlı, yemek yapmasını bilen ve kızlarına “canım” (*) diye seslenen kadın/anne imgesinden etkilendiği dönemde annesine dair şu cümleyi kuruyor: “Kaba konuşmalarından ve tavırlarından utanıyordum, özellikle de ona ne kadar benzediğimi hissettiğimde.” (Alıntım sadece bir “cımbızlama”dır. Kız’ın anneye dair duyguları utanç’tan ibaret değil.)

Bir ara Lenu’nun babası, bir nedenle patladı ve esasen şu an karısı olan bu kadın ile değil de, gençlik aşkı ve çalışkan Ines ile evlenebilmiş olsa idi şimdi mesleki ve ekonomik bakımdan çok daha iyi bir durumda olmuş olabileceğine dair cümleler kustu.  Benzer bir durumu, hatta daha sertini Annie Ernaux’un “Seneler” kitabında da okumuştum: 

“…Bu gayrimeşru hafızanın derinlerinde dile getirilmesi delice, utanç verici, düşünülemez şeyler de vardı: (…) ortaokula giriş sınavının öncesindeki pazar günü annesiyle babası arasında geçen, babasının annesini kilere, orağın saplı durduğu kütüğe doğru sürükleyerek öldürmeye kalktığı sahne.” (**)

Ölümünden bir iki yıl önce babam ve ben, salonda kanepede yan yana oturuyorduk. Annem mutfaktan direktifler veriyordu. Babam bir an için oğlu olduğumu unuttu, kolumu tuttu ve şöyle dedi: “Kardeşim çok çektim ben bu kadından.”

**

(*) Ortaokul 1 yada 2. sınıf talebesiydim, evden kaçma eğilimim vardı.  Bir gün Marmara Denizi kıyısında, Florya’da Belediye çadırlarında yaz tatilinde olan arkadaşımın yanına gittim. Anne, baba ve kızkardeş, küçük bir kamping masası  etrafında yemeğe oturuyorlardı. Anne mavi kumaştan, omuzları ve göğsü açıkta bırakan tek parça yazlık bir giysi ile baba atletli. Beni de sofraya buyur ettiler. Anne ile baba birbirlerine “canım” diyorlardı. Bizim evde olmayan kelimelerdi bunlar. Bizim evde şiddet yoktu ama bu gibi ılık kelimeler de yoktu. Orada bir şey kafama dank etti. 

(**) Öldürme teşebbüsü’ne dair ifade, Nobel Komitesi’nin ödül metninde de yer alır:  “Annie Ernaux’nun geçmişi yeniden inşa edişine eşlik eden ıstırabın bir örneği La honte’dur (1996; Utanç, 1998). Geçmişin belirli bir anında babasının annesine karşı duyduğu ani öfkeyi açıklama çabasıyla birçok yönden babasının portresinin bir devamı gibi görünür. İlk satır gerçek bir kamçılamadır: “Babam Haziran ayında bir Pazar günü, öğleden sonra erken saatlerde annemi öldürmeye çalıştı.”

**

Haftaya : Kayık salıncak