Okumalar, Değinmeler-5: Eski Dünyalar – Yeni Dünyalar

Kolomb, Doğu’ya gitmek için Batı’ya açıldı, “yeni bir dünya buldum” dedi. Bulduğu, zaten hep orada idi.

İLHAMİ ALGÖR

03.09.2022

Bir önceki “okumalar, değinmeler”in sonunda, Decameron’un Aşk Hikâyeleri adlı filmi takdim ediyordum ki konuyu bu haftaya bıraktıydım. Kaldığım yerden devam ediyorum.
 
Geçen yüzyılda, genç ve yakışıklı idim ve Pasolini’nin Decameron’un Aşk Hikâyeleri adlı filmini seyrettim. Çok etkilendim, çarpıldım. Bilinen bütün kutsalları soyuyor, geriye insan canlısının nasıl anasının gözü, çakal, hin oğlu hin bir yaratık olduğu kalıyordu.
 
“Pasolini, Boccaccio’nun (1) orijinal 100 öyküsünden dokuzunu filmine aktarmıştır, bunu yaparken de her zamanki gibi cinselliğin dozunu çok yüksek tutmuştur. (…) Bu filmde gösterilen halktan sıradan insanlar arasındaki cinselliktir. Filmde cinsellik ve çıplaklık hayatın diğer unsurları gibi gündelik çok sıradan eylemler gibi sergilenir. Bu arada Pasolini Katolik Kilisesi'ni de hicvetmeyi ihmal etmez.” (Wikipedia)
 
Sonra yine Pasolini’nin Canterbury Öyküleri filmini izleme şansını buldum. (Şans bence.)
 
“Nitekim Chaucer, Canterbury Öyküleri’nde (2), Canterbury’ye hac eda etmek üzere yola çıkan hacıların yolda, bir handa ve gezileri sırasında buldukları, sonradan kendilerine katılan her tabakadan kimselerin anlattıkları öyküleri sekiz grupta toplamış, Boccaccio da Decameron’da, Rönesans İtalya’sında veba salgınından kaçarak bir şatoya sığınan yedisi kadın üçü erkek on soylu kişinin sırayla her gün anlattığı öyküleri naklederek on günü tamamladıktan sonra şatodan ayrılışlarını anlatmıştır. (…) Boccaccio’nun öykülerinde gerçekçi bir tutumla krallar kadar dilencilere de, soylu kadınlar kadar balıkçı kadınlara da yer verilmiş” (A. Şerif Onaran, Binbir Gece Masalları, YKY, Çevirmenin önsözü)
 
Bakınız, dikkatinizi çekerim, yedi kadın anlatıcı, soylu kadınlar, balıkçı kadınlar diyor kıymetli çevirmen.
 
Kadınların hikâye anlatıcılığı fikri hoşuma gider. Annem bana uzun yol yolcusu bir adama dair masal anlatırdı. Ona da annesi anlatmış. (3) Yolcu’nun biri dereler teper aşar, yol boyunca başına garip işler gelirdi. Mesela yolu bir köye düşer, keçi sağan bir genç kadın görür. Keçinin boynunda beşi bir yerde denilen altın gerdanlık vardır. Yolcu, keçinin boynundaki altınların sebebini sorar. Kadın, “Keçiyi sağarken pırt yaptım” der, “keçi kaynanama söylemesin diye taktım altınları.”
 
Masal buna benzer absürd hikâyecikler ile uzar giderdi. Ben birkaç parçasını hatırlayabiliyorum sadece. Mesela yolcu’nun yerin yedi kat dibine düştüğü bölümü çok iyi hatırlıyorum. Yolcunun düştüğü yerden kurtulabilmesi için bir tek şansı vardı ve o şans şu idi: Yerin yedi kat altında bir ırmak akardı. Irmaktan aynı anda bir kara ve bir ak koyun geçecekti. Yolcu ak koyunu tutabilirse yeryüzüne çıkıp kurtulabilirdi. Kara koyunu tutarsa yedi kat daha aşağı inecekti.
 
Masalı dinlediğim günden beri hep kara koyunu tutmayı hayal ettim. Yeryüzünü biliyordum, yedi kat aşağısını merak ettim. Bu lanetli detay o günden beri beni çok fena etkiledi.
 
“Yeni Dünya” anlatıları
Marco Polo 1270’lerde Çin’e doğru seyahate çıktı. Kubilay Han ile tanıştı. Han’ın mektubunu Papa’ya taşıdı. Seyahat 24 yıl sürmüş diyorlar. Sonrasında gezip gördüklerini yazmış/yazdırmış ve bu esnada metin hafifçe bükülmüş, tevatüre kaçmış galiba. Okuyucu’da, Doğu’ya, “Orienté” karşı ilgi ve iştahı büyüten bir bükülme yaratmış. Oryantal bükülme. Derler ki Orient kelimesi, içinde “oro”, altın kelimesini saklar.
 
Borges yazdıydı: “Dante’nin o ünlü dizesine geliyorum: ‘Dolce color d’oriental zaffiro.’ Burada, oriental sözcüğü iki anlam taşıyor: Doğudan gelen gökyakut ve sabahın altın rengi. Araf’taki o ilk sabahın altın rengi.” (4)
 
Altın rengi göz alır, arzusu ruha siner.
 
***
 
Kolomb doğmuş, iki sene sonra Fatih İstanbul’u almış. Kolomb büyümüş, delikanlı bir denizci olmuş. Ne bulsa okurmuş. Özellikle coğrafya, astronomi, tarih kitaplarını yemiş yutmuş. Marco Polo Seyahatnamesi’nden etkilenmiş. Anlatıların gücü adına!
 
Kolomb’un alıp satmaktan ziyade ticaret yol/güzergâhlarına ilgisi var gibi geliyor bana. Hind ülkesi eski dünyanın gözbebeklerinden biri. Baharat Yolu, İpek yolu vs. cazip, çekici. Fakat kara yolunda Osmanlı var, belki denizden gidilirse Doğu Hind Adaları’na varmak mümkün olur.
 
Kolomb, Doğu’ya gitmek için Batı’ya, Atlas Okyanusu’na açıldı, bir yerlere vardı “yeni bir dünya buldum” dedi. Bulduğu, zaten hep orada idi. Orada zaten varolanların anaları babaları, evrenin, zamanın oluşumuna dair anlatıları vardı:
 
“Mayaların zamanı doğup bir isim aldığında ortada ne gökyüzü vardı ne de henüz yeryüzü uyanmıştı. Günler doğudan hareket ettiler ve yürümeye başladılar. Birinci gün kendi içinden gökyüzünü ve yeryüzünü çıkardı. İkinci gün yağmurun indiği yere merdiven yaptı. Üçüncünün eserleri denizin ve toprağın döngüleriyle diğer bir sürü şey oldu. Dördüncü günün isteğiyle, yeryüzü ve gökyüzü birbirlerine yaklaşıp buluşabildiler. Beşinci gün hepsinin çalışmasına karar verdi. Altıncı günden ilk ışık çıktı. Yedinci gün hiçbir şeyin olmadığı yerlere toprak koydu. Sekizinci gün ellerini ve ayaklarını toprağa geçirdi. Dokuzuncu gün alt dünyaları yarattı. Onuncu gün alt dünyaları yüreğinde zehir olanlara yöneltti. On birinci gün, güneşin içinde taşı ve ağacı şekillendirdi. Rüzgârı yapansa on ikinci gün oldu. Rüzgâr esti ve ona ruh dendi, çünkü içinde ölüm yoktu. On üçüncü gün toprağı ıslattı ve çamurdan bizimki gibi bir beden yaptı. Yucatán’da işte böyle hatırlanır.” (5)
 
Fakat Avrupalıların ateşli silahları, kiliseleri ve sosyal medya avantajları vardı. Böylece gerçeği istedikleri gibi bükebiliyorlardı.
 
Şekspir, Fırtına diye bir oyun yazdı. Caliban derler, vahşi bir karakter yarattı. Rahmetli Can Yücel, 1991 senesinde Fırtına eserini Türkçe’ye çevirdi, önsözünde şöyle şeyler yazdı:
 
“… Yerliler ise yaban, gayrı-uygar, akıldan, dilden yoksun, Tanrısız, kalleş, eciş bücüş, rengi bozuk bir sürüydü. Bunları imana getirmek, insan kılığına sokmak adına her eza-cefa mubahtı. Hele ellerindeki olanca zenginliği sömürgenlerin buyruğuna teslim etsinler, onlar da yavaş yavaş, itile kakıla, kırıla biçile insan sırasına belki girerlerdi.”
 
Cervantes de eski dünyanın çocuğu. Yeni dünyada nasıl bir talan, vahşet yaşandığı onun da kulağına geldi. Vicdan sahibi bir adamdı ki Don Quijote’un bir yerinde Şanzo şu cümleyi kurdu: “Hint Adalarına doğru yola çıkan herkes vicdanını rıhtımda bırakır.” (Aktaran, E. Galeano, Ateş Anıları)
 
Beyaz adam vicdanını rıhtımda bırakıp gitti. Yeni Dünya’yı yedi yuttu ve egemen beyaz adam heykelleri yaptı. Heykeller de bir anlatıdır. Mesela:
 
“Uzaklarda bir noktaya kilitlenmiş muzaffer bakışları, başkalarının göremediği bir hedefi vurmaya niyetli olduğunu sezdiren dimdik, mağrur duruşu ve tek eliyle kavradığı İncil’i ile dünyayı aydınlatmaya hazır bir beyaz adam heykeli daha… Bu haliyle yeterince etkili bir efendi imajı uyandırmadığından olsa gerek, yardıma muhtaç bir yerli figürü eklenerek tamamlanmış karizması. Sanki kendi inancı yokmuş gibi İncil’e sarılmış, sanki kendisini koruyamazmış ve hep bir kurtarıcı beklemiş gibi diz çökmüş bir yerli ile…” (6)
 
Yazı uzuyor, bağlayalım. Rahmetli Hugh Masekela, Güney Afrika cazının piri idi. Irk ayrımı karşıtı şarkılar yazmasıyla tanınıyordu. Kolomb’a da iki lafı oldu:
 
“Cortez, he was a pirate / Just like Christopher Columbus / He liked discovery / He was no friend of mine”
 
Sonra biliyorsunuz geçen sene Kolomb heykellerini birer birer indirmeye başladılar. İnsan canlısı geç intikal ile malul. Çok geç düşüyor jetonu.
 
***
 
Müessese ikramı:
Afrika Vahşileri Arasında Bir Türk Deniz Subayının Başından Geçenler adlı (Ethem İzzet Benice, 1928) bir roman vardır ki sömürgeci zihniyetin yerli, milli üretimi olarak yorumlanır. Anlaşılabilir bir durum. Neticede “ecdad” kendini bildi bileli köle ticareti yapmıştı:
 
“W. Benjamin, 1936 yılında ‘Hikâye anlatıcısının artık hayatlarımızda hiçbir hükmü yok’ diye yazdığı sırada ve çok sonraları bile bu fikir Kürd Coğrafyası için geçerli değildi. Elektriksiz evlerde gaz lambası, mum veya çirarun ışığı altında dünyanın oluşumunu anlatan kozmik zaman hikâyelerinden, payizok ve heyranoklara (Dengbêj klamlarına ait iki tür,) çirokbêjlerin (hikâye anlatıcılarının) hikâyelerini ve dengbêj klamlarını dinleyen çocuklar hâlâ genç sayılır.” “Sözün Hafızası: Dengbêjlik Geleneğinin Kollektif Bellek İnşası”, Makale / Yusuf Uygar, http://kurdarastirmalari.com/
 
Selam sevgi ile
*
(1) Giovanni Boccaccio: Rönesans dönemi İtalyan hümanist yazar ve ozan. Decameron’u 1350’lerde yazmıştır.
(2) Canterbury Hikâyeleri, 14. yüzyılda Geoffrey Chaucer tarafından yazılan eserdir. İngilizce’nin yazılı ilk eserlerinden biri olması bakımından büyük önem taşımaktadır. Vikipedia
(3) Anneannem Türkçe, Ermenice ve Zazaca biliyordu. Anlattığı masalların kökü Ermeni-Zaza kültürüne gidiyor bence.
(4) J. Louis Borges, Yedi Gece, Can Yay.
(5) E. Galeano, Ateş Anıları, 1. Kitap, Sel Yay.
(6) “Guatemala’da Yıkılası Bir Heykel”, Esra Akgemci, Birikim (1510’da İspanyol sömürgeciliği altındaki topraklara atanan ilk papaz olan Bartolomé de las Casas’ın heykeli)
 
—–
Kapak Görseli: Barselona’daki Christopher Columbus heykeli, Ludwig Willimann (Pixabay)