Okumalar, Değinmeler-59: “Türkiye gibi adam”

Ailede Ismayıl dayıma benzetirlerdi beni. Hayalci ve sorumsuz anlamında. Aile işte. N’apcan? İdare etcen.

İLHAMİ ALGÖR

16.09.2023

Kuşakdaşlarım birer birer terk ediyorlar dünyayı. Dostlarım, arkadaşlarım, eski sevgililerim… Geride sosyal medya hesapları kaldı. Yakınları, sevenleri, onları hatırlatacak paylaşımlar yapıyor, fotoğrafları ile karşılaşıyorum.
 
Mesela Cemal. Vefa Lisesi’nden arkadaşım. Okul yıllarından çok sonraları, Tahtakale Hasırcılar Caddesi üzerinden Mısır Çarşısı’na giderken karşılaşırdım. Çok sıcak selam verirdi. Onun kadar sıcak selam veremeyişimi sorgulardım içimden. Çanakkale Yalı Hanı kitabından sonra Dersim kitabını hazırladığımda, “Türkiye gibi adam” demişti benim için. Bu üç kelimelik cümle belki kendime övgü gibi duruyor ama ben Cemal’i ve pos bıyıklarını işaret ettiğini düşünüyorum. Cemalim, bir ağaç tepesinde kalp krizinden öldü.
 
Ölüme kaşı hissiz olduğumu düşünüyorum. Belki çocukluğumdan beri çevremden birileri sapır sapır döküldüğü için alışmış veya duyguların ağırlığından korunma yöntemi geliştirmiş olabilirim.
 
İlk hatırladığım ölüm, teyzemin ölümü. İlkokul talebesiyim, okuldan eve dönüyorum, evde kalabalık ve ağır bir hava. Teyzem ölmüş. Eşi Erzincan’da öğretmen idi. Tayini çıkmış. Eşyaları kamyona yüklemişler. Teyzem ve kuzenlerimden biri kamyon ile hareket etmiş. Yolda kaza…
 
Yaz aylarında, anamın sıpası olarak birlikte Erzincan’a, köye giderdik. Teyzemi o yıllardan hatırlıyorum. Evin bahçesinde, yumuşak çayırın eğiminde biz çocukları eğim aşağı yuvarlardı. Gındırlamak diyorlar. Yuvarlanır gelir, yine önüne yatardım. Yine gındırlasın diye. Güleç yüzlü, ışıklı bir kadındı. Nasıl kaydetmiş ise hafızam, 60 senedir duruyor yerinde.
 
Eski sevgililere gelince o bölüm karışık. Eski sevgilileri hatırladıkça dangalağın teki olduğumu düşünüyorum. Ömrüm boyunca kendime havuç uzatıp uzattığım havucun peşinden koştum. Belki de bir yerde durmayı bilmediğimden. Veya doğrusal, çizgisel akışlara, gidişlere ilgi duymadığımdan. N’oldu sonra? Şimdi mal mal duvarlara bakıyorum.
 
Konu, geçmişim ve dangalaklıklarım olunca Kolera Günlerinde Aşk geliyor aklıma. Sevgiliye kavuşamamışsın, 50 sene uzaklardan kavuşmayı beklemişsin. Sevgilinin eşi nihayet (!) bir gün ölmüş ve taziye için evine gitmişsin. Hani kavuşuruz diye bir umut. Reddetmiş seni. Vazgeçmemişsin… Sonrası azim betonu deler hikâyesi. Marquez’in romanını azim ve beton gibi amiyane benzetmelerle şey etmek de… Nasıl diyeyim?
 
Kolera Günlerinde Aşk’ı hatırlayan hafıza birimi, Cherbourg Şemsiyeleri diye bir filmi de hatırlattı. Sürekli yağmur yağan, ıslak, müzikal bir filmdi. Catherine Deneuve oynuyordu. (Gugıl’a bakmadan yazamıyorum soyadını.) Yine bir tür ayrı düşmüşlük hikâyesiydi. Eski sevgililer yıllar sonra benzincide karşılaşıyorlar. Adam benzincide çalışıyor, kadın lüks bir arabadan kocası vs. ile iniyor vs…
 
Filmi 10 yaşında izledim. Büyük ablam Hukuk son sınıfta idi. Bir talibi vardı. Aile, tanışsınlar diye çıkmalarına izin verdi. Fakat mahalle dediğin bir çeşit mobese kamerası olduğu için, beni de yanlarına verdiler. Böylece aile mahalleye karşı “durum bilgimiz dahilinde” mesajı vermiş oluyor. O günden tek hatırladığım, filmde sürekli şakır şakır yağmur yağması. Ablam ve talibi yanlış film seçmişler. Olmadı o iş zaten.
 
Şu anda konuyu edebiyat, sinema ile romantize ederek eski sevgilileri ve dangalaklığımı hatırlamaktan kaçıyor olabilir miyim? Olabilirim. Amaan, kaç be güzelim. Kaçmak kelimesi bizde olumsuz tınlıyor. “Yüzleşmekten kaçmak” ifadesi nedeniyle olabilir. Oysa kelimenin tek anlamı, gerçek yükü bu olmayabilir. Biz onu suçlayıcı bir anlama sıkıştırmış olabiliriz.
 
Dayımı da hatırladım şimdi. “Sorumsuz” derlerdi. Bir nevi kaçak yani. Adı İsmail, Lakabı “Hacı”. Neden “hacı” bilmiyorum. Hacca gitmişliği yok. Çok güzel kaçak rakı yapardı. Erzincan’da iki dağın arasına ip gerip salıncak kurmak gibi fikirleri vardı. 17 yaşlarındaydı, Dersim sürgünü ile itildi. Ilıç istasyonunda trenlere bindirilirken, bir subay öldürdüğü insanlarla övünüyordu ki, İsmail subaya “İyi poh yedin” dedi, canını zor kurtardı. Balıkesir’de bir Çerkes köyüne sürüldü. Çerkes kızlarına kur yapmak ile nam saldı. Annem “Biz, tütünde, şurada burada çalışırdık o giyinir kuşanır Çerkes kızlarının peşinde dolanırdı” derdi.
 
Sürgün günlerinde aile, kışlık erzak alması için Hacı Ismayıl’a para verdi. O parayla İstanbul’dan ikinci el giyim eşyası getirdi. Satamadı. Aile kışı yarı aç geçirdi. Burnum için “Gankole pırnık” derdi. Koyunun kıç kuyruğunun, yapışan boklar ile büyümesi anlamında. Yani “iri ve yuvarlak burun” demek istiyor.
 
Dayımın ortanca kızı ile yazıştım. “Babam sosyal biriydi, paraya önem vermezdi. Anlaşılmadı” dedi. Ailede Ismayıl dayıma benzetirlerdi beni. Hayalci ve sorumsuz anlamında. Aile işte. N’apcan? İdare etcen.
 
Sinekkuşu'nun Kızı adlı kitabı arıyorum. Yazarı, Luis Alberto Urrea. Tanıtım bilgisinde şu satırları okudum:
“Meksika’da, on dokuzuncu yüzyılın sonunda, Kızılderili kökenli halkın ülkedeki diktatörlük rejimine karşı baş kaldırdığı, hem siyasal hem ruhsal devrimlere hazırlandığı günlerde yoksul köylülerin azize mertebesine yükselttikleri ve mucizeler umdukları Teresita'nın inanılmaz öyküsüdür.”
 
“siyasal ve ruhsal devrimlere” hazırlanmak…? Nasıl oluyor acaba? Bu aralar Meksika ve Güney Amerika’ya takıldım. Mesela 2015 senesinde Uruguay eski devlet başkanı gelmişti İstanbul’a: Jose Mujica. Şu sözlerin sahibi kıymetli bir şahıs:
“Gereksiz ihtiyaçlardan koca bir dağ yarattık. Bir şeyler satın alıyoruz sonra çöpe atıyoruz. Aslında boşa harcadığımız şey hayatlarımız. Bir şey satın aldığımda veya aldığınızda ödemeyi para ile yapmıyoruz… Ödemeyi yaşamımızdan, para kazanmak için harcadığımız zamanla yapıyoruz. Aradaki fark şu; hayatı satın alamazsınız, hayat geçip gider. Ve hayatı boşa harcayıp özgürlüğümüzü kaybetmek korkunç bir şey!” (Basın)
 
CHP davetlisi olarak gelmiş, Galatasaray Meydanı’nda Cumartesi Annelerini ziyaret etmişti. Yanında Sezgin Tanrıkulu vardı. Bir fotoğrafını çekmiştim.
 
Özgürlük nedir biliyor. Bence bu duygu, bu yetenek her şeyin başı. Demokrasi talebinin zemini, enerjisi burada yatıyor bence.
 
Daldan dala atlayarak yazıyorum. Doğal. Neticede bir zamanlar ağaç tepelerinde yaşamış bir canlı türünün günceliyim.
 
Canım sıkkın bu aralar. Sebep aramıyorum. Amaan, sıkkın işte. Hafızanın nasıl çalıştığını merak ediyorum ama soruyu uzak tutuyorum kendimden. Amaan, hafıza işte.
 
Eşim, dostum ve arkadaşlarımdan ricam, ben ölünce arkamdan sosyal medyada yazmamalarıdır. Diyeceği olan şimdi söylesin.
 
Kalkıp “Kara köprü narlıktır” dinleyeyim. Belki havam dağılır.
 
—–
Kapak Görseli: İlhami Algör, Ayvalık, 2022.