Okumalar, Değinmeler-6: Ölümden sonra başka hayat…

Bir Galya mezar taşında şu yazıyormuş: “Ölümden sonra başka dünya yok.”

İLHAMİ ALGÖR

10.09.2022

İsa öncesi yüzyılların birinde bir Galya mezar taşında şu yazıyormuş: “Ölümden sonra başka dünya yok.”
 
Bu cümleyi, 40 yıl kadar önce, Alaaddin Şenel’in Siyasi Düşünceler Tarihi kitabında veya ders notlarında okumuş olabilirim. Siyasi Düşünceler Tarihi, insanın maddi koşulları ile düşünüş biçimini etkileşimli olarak bir arada ele alır. Avcılık-toplayıcılık dönemlerinden, eşitlikçi ilkel kabile yapısından geçirir, şehir devletlerine doğru evirir, devlet, mülkiyet, sınıf, iş bölümü, boş zaman, uzmanlaşma gibi kavramlar ile dokuyarak “muasır medeniyet seviyesi”ne doğru akar.
 
Mesela eşitlikçi kabile yapısında, bir savaş/çatışma durumunda, reisin oğlu ortaya çıkıp “bi dakka, ben reis oğluyum, bu savaşı ben yöneteceğim” demezdi. Diyemezdi. Böyle bir talep veya dayatma, topluluğu bir arada tutan kabullere uymazdı. Çünkü çatışma zamanlarında liderlik, topluluğun selametini en iyi koruyabilecek kişiye, en başarılı avcıya verilirdi. (Orada değildim, okuduklarımın yalancısıyım.)
 
Çatışma bittikten sonra da en iyi avcı, “bi dakka bundan sonra lider benim” diyemezdi. Savaş öncesi hayatına geri dönerdi. Belli ki işi ehline bırakmak gibi bir olgunlukları var. Ki bu arada rüzgâr’a, güneş’e, ay’a hürmet gösteriyor olabilirler.
 
Oradan zıplayayım, daha yakına, mesela İsa öncesi 1600-1400’lere Hititler’e geleyim. Hitit krallarından biri, ilgili tanrı ile pazarlık ediyor: “Yağmuru verirsen bu iki öküzü sana kurban ederim, vermezsen etmem.”
 
Siyasi Düşünceler Tarihi, pazarlık edilebilir tanrılardan, pazarlık edilemez tek tanrıya dönüşümü anlatır. İktidar karşısında elpençe divan duruşlar, secdeye varışlar tarihi de diyebiliriz. Yazılı ve sözlü anlatılar, bu cennet veya bataklığın buharlaşmış halidir.
 
***
 
Galya mezar taşında yazılı “ölümden sonra başka dünya/hayat yok” cümlesini ve bende yarattığı soruları 40 küsur yıldır unutmadım: “Mezar taşına bu cümleyi yazdıran/kazıtan şahsiyet kimdi, nasıl biriydi, bu cümle nasıl bir kafanın şeysi? Öte dünya inanışlarını takmayan eleştirel bir düşüncenin ürünü mü acaba? Daha geniş bakarsak, nasıl bir düşünüş içinden süzülüp geliyor ve böylesine berraklaşıyor? İçinden çıktığı dünyanın anlatıları nasıl anlatılardı?”… vb.
 
Esasen derdim anlatıları, onları var eden maddi dünya ile, etkileşimler ile birlikte ele almaya, anlamaya çalışmak. Bunu yapabilecek olgunlukta mıyım? Hayır. Fakat bir yerden başlamak lazım.
 
Mesela Mahabharata, eski Hindistan'da Sanskritçe yazılmış en önemli iki destandan biridir denir. (Diğeri, Ramayana) Peter Brook destanı filme çekti, Tuncel Kurtiz zar oyunu ustasını oynadı. Yıllar önce aramızda bir sohbette “barbutçu stili” oynadığından söz etmişti.)
 
Siyasi Düşünceler Tarihi, Mahabharata’yı (kitap “Mahapharata” diyor) var eden dönemi (İÖ 1500’ler) şöyle tanımlıyor:
“Yağmacı göçebe topluluklar, Hindistan’da üç yüz yıl kadar oradan oraya göçüp, hayvanlarını otlatarak; bazen bir tarım mevsimi süresince bir yerde kalıp, tahıl ekip, hasattan sonra yeniden harekete geçerek; çoğu zaman köyleri yağmalamak üzere hasat mevsimini gözleyerek; bu ara birbirlerinin sığır sürülerini yağmalamak için birbirleriyle savaşarak yaşamışlardır. (…) Bu çağı yansıtan kahramanlık destanları olan Ramayana ve Mahapharata'dan, çağın, savaş arabalı soyluların ‘aristokratik çağ’ı olduğu anlaşılıyor.” (A. Şenel, Siyasi Düşünceler Tarihi)
 
Döneme Hind Karanlık–Kahramanlık Çağı diyorlar. Bir de Ege’ye bakalım:
“Karanlık çağın sisleri dağılmaya başladığında, Yunanistan'da, hem sürekli olarak birbirleriyle savaşan, hem de korsan tekneleriyle denizaşırı ülkelere yağma seferlerine çıkan, küçük, savaşçı feodal beyliklerin belirdiğini görürüz. Homeros destanlarında yansıtılan aristokratik kişisel kahramanlık gösterileri, bu çağın, çağa adını veren özelliğidir. (…) Homeros destanları (İlyada ve Odysseia) ‘Homerosoğulları’ denen, konaktan konağa gezen ozanlarca, Mykene çağındaki atalarının kahramanlıkları ile öğünen aristokratları pohpohlamak ve eğlendirmek için okunurdu.” (A. Şenel. A.g.e.)
 
(40 yazı önce yola “Nesneler Anlatabilirler” diye çıktım, “Anlatılar Nesneleşebilirler” vadisine geldim. Hayırlısı diyelim.)
 
Şenel’in, maddi dünyanın halleri ile anlatılar arasındaki ilişkiyi izah eden yaklaşımını kabul ediyorum. Lakin son cümlede, Homerosoğullarını konak yalakası durumuna sokmaya şerh düşerim. Neticede Bey övgüsü anlatıcıları da anlatı ana’nın evlatları. Belki başka bir anlatıcı, başka bir mecliste övgülü değil de, sövgülü bir şeyler anlatıyordu. Övgü anlatılarını bugüne kadar getirip de sövgüleri yolda salanlar utansın.
 
***
 
Anlatıları, onları var eden maddi dünya ile birlikte ele almak anlamında bir örneğim daha var. Edebiyat akımı olarak büyülü-gerçekçilik’e dair açıklamalar, Latin Amerika toplum yapısını işaret eder: Doğaüstü denilebilecek şeylere zihnen ve ruhen açık yerli halk, kafaları çok farklı çalışan beyaz sömürgeciler ve bu iki zıttın bir aradalığı.
 
Bir not: James Woodal, Borges’in büyülü-gerçekçiliğin piri olarak anılmasına karşı çıkıyor. Diyor ki: “Borges, hem Arjantinli olması hem de yarattığı yeniliklerin benzerinin bulunmaması nedeniyle kronolojik olarak büyülü gerçekçilikten önce gelmekte ve farklı bir yazar olarak öne çıkmaktadır. 1970’li yıllar boyunca büyülü gerçekçiliğin kurucusu ilan edilmiş, ama bu onun gerçek önemini; çeşitli geleneklerden sade ve yeni bir edebiyat yaratan, Arjantinli bir yazar olduğu gerçeğini gölgelemiştir.” (J. L. Borges, Yedi Gece, James Woodall’un önsözünden, İletişim Yay., çev. Celal Üster)
 
***
 
Yazı dağıldı gitti, bari tam dağıtayım: Anlatı ve maddi dünya ilişkisi şeysine, Amin Maalouf’un, Semerkant kitabından, Ömer Hayyam Rubailer’ine değen bir detay: “Rubaiyat, sadece kenar mahallelerin şairlerine layık, önemsiz, hafif, hatta bayağı bir edebi türdü.”
 
***
 
Selam sevgi ile
 
—–
Kapak Görseli: Gerd Altmann (Pixabay)