Okumalar, değinmeler
Başka dillere çevrilmiş herhangi bir anlatı, onu okumuş olanları birbirine bağlar. Görünmez bir bağdır. Ama vardır. Ben bazen ona “ağ” diyebiliyorum

01.02.2025
Seneler’in ana karakteri büyüyor yavaş yavaş. Okul anılarının hafızadaki yeri genişliyor: “kıskaçlı perde halkasıyla kendi kendine kulağını delmesi. Kim bilir belki de okulda geride bıraktığı üç sınıf, …sıraların dizilişi, öğretmenin kürsüsü, kara tahta, arkadaşları (…) sıranın altından elini külotunun içine sokup nemli küçük çıkıntısına dokunan Évelyne J. (…) şimdiden uzak geçmiş gibi gelen önceki yazlar, sarnıçları, kuyuları kurutan kavurucu sıcak, ellerinde güğümlerle mahallelinin çeşmenin önünde uzun kuyruklar oluşturması“
Mahalle çeşmesi ve su kuyrukları benim için çok tanıdık. Musluktan akan suların içilebildiği yıllarda, sular kesildiğinde mahalle çeşmesinde kuyruğa girerdik. Eşek Çeşmesi dedikleri bir çeşmeydi. Osmanlı yüzyıllarından kalmıştı. Yanıbaşında yüksek duvarlar arkasında futbol sahası büyüklüğünde bir arazide meyve ağaçları arasında “tekke” dedikleri ahşap bir yapı vardı.
Tekke bahçesine gizlice girip koruyucu kadına ve köpeğine yakalanmadan meyve çalmak 7-8 yaş grubu çetemizin erginlenme töreni idi. Korkarak girerdik ama bahçeye girmekten kaçınıp “korkak” olarak tanımlanmak daha korkutucu idi. Bahçeye girdiğimiz günlerden birinde ahşap yapıdan gelen sesleri duyduk ve gizlice giriş katı penceresine sokulduk. İçeride sarıklı, uzun entarili adamlar “hu” çekiyorlardı. Kaçtık. Bir daha girmedik o bahçeye.
“Kesin olan bir şey var, o da duyduğu büyüme arzusu.”
Seneler’in okullu karakteri, artık 9-10 yaşlarındadır. Hachette’in Yeşil Dizi kitaplarından ya da La Semaine de Suzette dergisinde okuduklarından esinle, zihninde kurduğu hikâyelere dalmayı ve radyoda aşk şarkıları dinlerken içinde uyanan hislerle geleceğini hayal etmeyi tercih ediyor: “Kesin olan bir şey var, o da duyduğu büyüme arzusu.”
Hem Napoli Romanları’nda hem de Seneler’de karakterlerin okulda veya okul dışında neler okuduklarını merak ediyorum. Böylece “o yıllarda Türkiye’de bizler neler okuyabiliyorduk?” sorusuna geçebiliyorum.
Yeşil Dizi, Fransız Hachette Yayınevi tarafından 1955-1980 arasında basılan, hedef kitlesi ergen gençler olan kitap serisine verilen ad. La Semaine de Suzette ise, 1905’ten 1960’a kadar çıkan, kızlara yönelik bir dergi. Bécassine gibi ilk çizgi romanları içeriyormuş.
Bécassine karakteri genç bir Breton hizmetçisidir ve genellikle geleneksel Breton köylü kıyafetini andıran yeşil bir elbise, dantelli saç bağı ve takunyalarla tasvir edilir. Derginin hedef kitlesi olan şehirliler tarafından hor görülen tipik bir taşralı kızdır. Ancak hikâyeler boyunca ve elde ettiği başarılarla birlikte, giderek daha olumlu bir şekilde tasvir edilir.
Son paragrafın bana hiç düşünmeden hatırlattığı, bir gazetede yayınlanan Fatoş ve Basri adlı çizgi karakterler ile berber dükkanlarında okuduğum Akbaba çizgili dergisi oldu. 1960’lı yıllar diyeyim. Fatoş ve Basri, Amerikalı karakterler idiler. İsimler Türkçe ama kostümler, saç stilleri, çok katlı sandviçler vs başka bir dünyaya ait.
Akbaba dergisi ise berber dükkânında olurdu. Sıra bekleyen müşteriler karıştırsın, okusun diye. Derginin eleşirel mizahi bir tavrı vardı. Bu satırlar nedeniyle bakınıp öğrendim ki dergi 1922-1977 arasında yaşamış. 55 sene az değil. Neden ölmüş merak ediyorum. Belki bir ara bu merakımın peşine düşerim.
*
Çocukların boylarının hızla uzadığı dönemlerdeyiz: “her sene bir numara büyük yeni ayakkabı almak zorunda kalan annelerimizi yılgınlığa sürüklerdi.” Veya, “bir şerit kumaş ekleyerek etek boylarını” uzatıldığı dönemler.
Türkiye’de bize okul için hazır ceket aldıklarında bir beden büyük alırlardı. “Fakat kolları çok uzun!” “Olsun, seneye de giyersin.” O uzun kollu, bir beden büyük ceketler ile ezilirdik. Erken başladık ezilmeye.
“Çocuklar uzun süre Noel Baba’ya, bebeklerin leylekler tarafından getirildiğine ya da gül ağacının dibinde bulunduklarına inanırdı. (…) Anneler ve okul onları ispiyonculuğa teşvik ederdi, ‘Söylersem görürsün!’ en gözde tehditleriydi.”
İspiyonculuk da sınırları aşan bir özellik. Ve bu yaygınlığı nedeniyle belki de “özellik” diyemem. Özel bir tarafı kalmıyor çünkü. İlkokul günlerimde sınıfta Candan adlı bir kız öğrenci vardı. Okul çıkışı evine gittiği yol bizim evin önünden geçerdi. Giriş katında oturuyorduk. Geçerken pencereden içeri, anneme seslenirdi: “Teyze, İlhami bugün okulda yaramazlık yaptı.” Galiba birbirimizden hoşlanıyorduk.
“Kızlar memelerinin ve tüylerinin çıkmasını, külotlarının içinde kanlı bir bez taşıyacakları günün gelmesini dört gözle beklerdi. Bu arada Bécassine’in maceralarını, P.J. Stahl’in Gümüş Patenler’ini, Hector Malot’nun Kimsesiz Çocuk’unu okurlardı.”
P.J. Stahl’in Gümüş Patenler’ini Türkiye’de Doğan Kardeş yayınları 1955 yılında basmış. Hector Malot’nun Kimsesiz Çocuk’unu ise TİMAŞ yayınları basmış.
“Orta ikideki kompozisyon dersinde ‘elektriğin faydaları’ ya da ‘modern dünyayı karalayan birine karşı cevaplar’ gibi konulardan birini seçiyorduk.”
Modern dünyanın savunulması, ideolojik şartlı, peşin kabullü bir tavır. Düşüncenin, eleştirinin önünü kapıyor. Ortaokulda bize kompozisyon yazdırıldığını hatırlamıyorum. Ama ilkokul veya ortaokul yıllarımdan “Dağ başını duman almış, gümüş dere durmaz akar” diye başlayan bir marş hatırlıyorum. “…yürüyelim arkadaşlar… sert adımlarla her yer inlesin” diye devam ediyordu. Bir çocuk okul dönüşü ev yolunda veya bakkala giderken yolda söyleyebilirdi. Meğer İsveç ormancı türküsüymüş, üzerine Türkçe söz yazılmış. Buna “ithal” diyebilirsiniz. Olabilir.
70’li yıllardan bir örnek daha vereyim. “For your information“ şarkısı (The Cedars, 1968) Türkiye’ye gelmişti. Mavi Işıklar grubu, şarkıya Türkçe söz yazmıştı: “Faydası yoktur gözlerdeki yaşın / Gitmeden önce iyi düşün taşın”
Mahallede Abbas adlı 8-9 yaşlarında bir çocuk vardı. Şarkıya farklı sözler yazmıştı. Sokağın ortasında elektro gitar çalıyor gibi yapıp rock solisti ağzıyla söylerdi: “Hamama gittim, hamam sıcaktı / kızların g.tü çırılçıplaktı.”
Yani dışarıdan alınanlara ithal demeyelim de “Türkiye bir dünya ülkesidir, dünyadan kopuk değildir” diyelim. Artık bu gezegende hiç kimse diğerine yabancı değil. Mevcut örüntünün değmediği bir yer kaldı mı? Ve edebiyat bize bu örüntüye dair birşeyler verebiliyorsa alalım. Başka dillere çevrilmiş herhangi bir anlatı, onu okumuş olanları birbirine bağlar. Görünmez bir bağdır. Ama vardır. Ben bazen ona “ağ” diyebilyorum.
*
Haftaya: Modern dünyanın önermeleri ile maddi gerçekliğimiz arasındaki açı farkı