Okumalar, Değinmeler-7: Milli Edebiyat, “Sizinkiler evde mi?”
Tahsilliye saygı duyulduğu fakat gözlük takan okul öğrencisine “inek” denildiği çelişkisi bol bir dönemden söz ediyorum.
17.09.2022
Ayvalık’tayım. Merkez ve sahile göre hafif içerilerde ve kenardayım. İki katlı, minik bahçeli, orta halli yazlık evlerin mekanındayım. Burada misafirim. Odam ikinci katta, pencerem açık. Gecikmiş Modernlik diye bir kitabı karıştırıyorum. Tam adı Gecikmiş Modernlik ve Estetik Kültür/Milli Edebiyatın İcat Edilişi (Gregory Judanis, Metis Yay.)
Judanis: “Kuzey Yunanistan doğumlu. On yaşındayken ailesiyle Kanada’ya yerleşti. (…) Halen Ohio State University’de Yunan edebiyatı ve edebiyat kuramı dersleri veriyor. Milliyetçilik ve kültür üzerine çalışmaları var.” (Kitap 1998 baskısı. Judanis Hoca halen Ohio’da mı bilmiyorum.)
Bay Judanis, giriş yazısında; “Bu çalışma boyunca milli kültürün oluşturulmasından, bu projenin bağlamsal, tarihsel ve yoruma açık doğasını vurgulamak amacıyla, bir imalat, icat ve inşa olarak bahsediyorum” diyor.
Milli Edebiyat’ı “imalat, icat” olarak nitelendirmesi ilgimi çekiyor. Acaba milli denilen şey nerede, nasıl oluşuyor ki edebiyatı da “milli” olabilsin? Türk milliyetçiliğinin gecikmiş milliyetçilik olduğu söylenir. Gecikmiş olanın diğer milliyetçiliklerden farkı ne olabilir?
Kemal Can, yıllardır milliyetçiliğe dair yazar. Şöyle diyor bir yazısında:
“Türk milliyetçiliği hayli geç bir milliyetçiliktir. Avrupa'da başlayan, ardından Slav halklarına ve Balkanlara yayılan milliyetçiliklere tepki olarak gelişmiştir. Dolayısıyla, reaksiyoner yönü çok baskın, çeşitli açılardan da geç kalmışlık kompleksleriyle kuşatılmış bir ruh halinin etkisindedir. Kurucu ideoloji olarak ortaya çıkan milliyetçiliklerden farklı olarak, bağımsızlaşma, inşa ve yükselme iddiasının değil de; yenilgi, endişe ve savunma ikliminin izlerini taşır.” (Türkiye'de milliyetçilik: Kökeni ve güncel cevapları, https://tr.boell.org/tr)
Yazar, şair, asker ve öğretmen
İlkokul talebesi idim, bir Ömer Seyfettin hikâyesi okumuştum. Hikâye kahramanı kimdi, nereden gelip nereye gidiyordu hatırlamıyorum. Kahraman açık arazide, uzakta bir evin duvarında bir kırmızılık görüyor, Türk bayrağı olduğunu düşünerek seviniyor, kendini iyi hissediyordu. Kendini iyi hissetmek için Türkçe bir simgeye neden ihtiyaç duyduğunu da hatırlamıyorum. Fakat eve yaklaştığında, bayrak sandığı şeyin kurutulmak için asılmış ve artık kızarmış biberler olduğunu görüyor, hayal kırıklığına uğruyordu. Bu hikâyeyi çocukluğumdan beri hafızamda taşımama sebep olan, o hayal kırıklığıdır.
Ömer Seyfettin (1884-1920), “Türk edebiyatının önde gelen hikâye yazarlarından. Türk kısa hikâyeciliğinin kurucu ismi, ayrıca edebiyatta Türkçülük akımının kurucularından” olarak tanımlanıyor. Yazar, şair, asker ve öğretmen. İlginç bir bileşim.
Bir başka askerin de milli edebiyat konusunda hassasiyeti var. Mesela:
“1930 yılı başlarında ‘yeni devletin kurucusu’ Mustafa Kemal, aynı masada oturduğu ‘millî edebiyatın kurucu şairi olarak görülen’ Mehmet Emin Yurdakul’a, ülke tarihinin yakın zamanda şahit olduğu önemli zaferleri hatırlatarak edebiyatçıların, şairlerin bu konuda ne gibi bir üretimde bulunduğunu azarlar bir tonda sormaktadır.” (1)
***
Türk milliyetçiliğinin “yenilmiş, endişeli, savunmacı” karakteri ile milli edebiyatı arasındaki ilişkiyi gösteren verileri nerede bulabilirim? “Milli” edebiyatın Türk ve Müslüman olmayan nüfusa karşı iyi hisler beslemediğini biliyorum. Onları edebi olarak da itip kakmak, gecikmiş bir milliyetçiliğin endişelerine çare oluyor mu? Son kullanım tarihi var mı bu çarenin? “Milli” edebiyat, Türk ve Müslüman olmayan nüfusun birikimlerine el koymaların itiraflarını içeriyor mu acaba?
Bu gibi sorular ile meşgulken komşu bahçede sigara yorgunu bir kadın sesi ihtiyarlığın zorluklarından bahsediyordu. Zorluklar ile yaşamayı kabul etmekten söz ediyordu. “Artık” kelimesinin sık geçtiği cümleler kuruyordu.
“Artık” kelimesi geri dönüşü olmayan süreçlerde kullanılır. 70’ine yaklaşan bir göçebe olarak konuya yabancı değilim. Yorgun sesin anlattıkları beni endişelerimden yakaladı, rahatsız oldum. O’nun kabulleri benim yüzüme vuruyordu. Judanis’in kitabına geri döndüm.
“Bu incelemedeki amaçlarımdan biri de edebiyatın kültürel kimliklerin inşa edilmesinde oynadığı anahtar rolü araştırmaktı. (…) Edebiyat, bölgesel ve siyasal bütünleşmenin sağlanmasından sonra (veya önce), bireylere yüksek bir dayanışma ve son kertede de bir milli birlik duygusu yaşama imkanı verir.”
Acaba Türkiye’de, İmparatorluğun son zamanlarında, mesela 1850 yılı sonrası ve 20. yüzyılın ilk çeyreği arasında Türkçe edebiyat okuma oranı ne idi? Kitaplar kaç adet basılıyordu? Gazete tefrikaları da edebiyata ulaşmanın veya edebiyatı okura ulaştırmanın bir yolu idi. Gazeteler kaç basıyordu?
(Ahmet H. Tanpınar’ın Aydaki Kadın adlı kitabında, Beyoğlu semtinin Türk ve Müslüman olmayan nüfusuna dair tanımlayıcı cümleleri arasında, “bizden çok okuyorlar” şeklinde bir cümlecik hatırlıyorum.)
Bir işgüzar olarak yine vatana ve millete faydası şüpheli sorular ile meşgulken komşu bahçedeki sigara yorgunu kadın sesi, bir çocuğa adıyla seslendi ve “Yavrum, sizinkiler evde mi?” dedi.
Az önce beni endişelerim, tedirginliklerim ile yüzleşmeye sevk ettiği için rahatsız eden ses, bu kez rahatsız etmedi. Az önce beni geleceğe doğru bakmaya sevk eden ses bu kez çocukluğumdan tanıdığım şeyleri geri getirdi. İnsanların birbirine daha yakın, adeta iç içe ve bokunu çıkarmadan yaşamayı becerdiği bir dönemi hatırlattı. Çocuğun sadece ana babasının evladı değil, mahallenin, köyün, orta halli (*) yazlık sitenin çocuğu olarak da kabul edildiği bir yaşam biçimini hatırlattı. Apartman çocuğu için de böyle midir bilmiyorum?
Geriye dönük bakışlar, (hele yaş kemale eriyor ise “artık”) geçmişi, özellikle çocukluğu olumlu hatırlamaya meyleder. Geçmişi yüceltmeye karşı dikkatliyim. Ama yakın yaşam çevresi, “bana ne”ci değil de, çocuğun sorumluluğunu almaya yatkın terbiye sahibi bir çevre ise bunu anlamlı bulurum. Sözlü kültürün güçlü olduğu, okuyan insana, “tahsilli”ye saygı duyulduğu fakat gözlük takan okul öğrencisine “inek” denildiği çelişkisi bol bir dönemden söz ediyorum. Mahallenin hem sizi kollayan hem de Mobese kameralar gibi gözetleyen ve kısıtlayan bir yer olduğundan…
Son bir Judanis alıntısı ile bağlıyorum:
“Kültür ile demografi arasında böylesi bir çakışmanın (milli birlik duygusu-ilh.) sağlanması zaman alır ve çoğunlukla yeni siyasal düzene uyamayan cemaatlerin sürgün edilmesini, ortadan kaldırılmasını ya da baskı altına alınmasını gerektirir.”
Yazıyı bitirip Ayvalık merkez’e, çarşıya indim. Kara üzüm aldım. Kozak üzümü. Kayıp Hafıza’nın İzinde adlı bir sergiye gittim. Beral Madra imzalı sergi tanıtım yazısını okudum. Yazı şöyle başlıyordu:
“Ev diye neyim varsa çekip aldılar elimden” Yorgo Seferis (**)
***
Bay Judanis hayatta ise kendisine selam ederim. Rüzgârlı havalarda sayıları altı, yediye çıkan kıymetli okurlara da selam sevgi ile.
—
(1) Karakoç, İrfan. “Ulus-Devletleşme Süreci ve ‘Türk Edebiyatı’nın İnşası (1923–1950).” Yayımlanmamış Doktora Tezi. Ankara: Bilkent Üniversitesi, 2012.
(*) Yazıda iki kez “orta halli” ifadesini kullandım. Bir yerlerde, orta halli-orta sınıf-küçük burjuva kavramlarını açıklayan bir yazı okumuş idim. Yazıyı tekrar aradım fakat bulamadım.
(**) Deniz kenarındaki ev, “Ardıç Kuşu”, çev. C. Çapan. Seferis, 1900 İzmir doğumludur. İzmir ve Urla’da yaşamıştır.
—–
Kapak Görseli: İlker Pala, Ayvalık (Pixabay)