Okumalar, Değinmeler-8: Köleler ve Kanon
Atina vatandaşına boş zamanı köleler sağlar. Bu durumda ben de kendimin efendisi ve kölesiyim.
24.09.2022
“Bu hafta ne yazacağım?” sorusu, “bu akşam ne pişireceğim?” sorusu gibi yıpratıcı bir soru. Yazıları yedeklemek zaman kazandırıyor, başka şeyler düşünebilmeye alan açıyor. Düşünmeye ihtiyacım var. Mesela biraz vakit kazanıp aşağıdaki taslağı düşünmek, geliştirmek isterim. Taslağı ciddiye almayın, oyun/sohbet olarak kabul edin lütfen:
Yetim Manuel’in rögar kuyusunda unutuluşu
Adım Manuel değil ama size öyle olduğunu söyleyecekler. Diyecekler ki, “Bakın işte fukara Manu. Tiger nehri kıyısında doğmuş kömür gözlü bir çocuk, bir lemur. Henüz bebe iken nehir babasını almış götürmüş. Yetim kalmış ince cılız, donsuz bir lemur.” (…) Size nehrin babamı nasıl alıp götürdüğünü anlatacaklar: “Baba, nehir kıyısı düzlükte tırpan ile buğday biçti. Yoruldu, terledi ve nehirde serinlemek istedi. Uzun donuyla nehre girdi. Beline kadar bir derinlikte durup avuçları ile gövdesine, koltuk altlarına su vurdu. Sonra nehir derinliğine doğru bir adım daha attı ve kayboldu.”
(…)“Manu’nun coğrafyasında hakikatin her zaman birden fazla yüzü vardır” diyecekler ve babamın kayboluşuna dair farklı şeyler anlatacaklar. Nehir salcısı olduğunu, bir gün sel geldiğini, akıntıya kapılıp sınır ötesi bir köye sürüklendiğini, kıyıya çıktığında hafızasını kaybetmiş biri olarak orada yeni bir hayata başladığını…
(…) Annem anlatırdı, babam dürüst, çalışkan biriymiş. Askerliğinde komutanın güvenini kazanmış. Birliğinde, diğer askerlerin kötü davrandığı, yemek hakkını eksik verdiği bir asker varmış. O askerin dedeleri de vaktiyle bizim dağların insanlarıymış. Dilleri, inançları farklıymış, yaşadıkları yerlerden sürülmüşler. Babam komutanı ile konuşmuş, gariban askeri kollamak için izin almış. Ona tam yemek verdirmiş. (…) Babam hakkında annemin anlattıkları dışında hiçbir şey bilmiyorum. Bildiğim şu ki benim adım Manuel değil.
Böyle bir şey ile oynamak, oynaşmak istiyorum. Sonuçta bir yere varmasa da onu düşünmek, onunla yatıp kalkmak istiyorum. Bunun için kendime fazladan zaman, boş zaman yaratmam lazım. “Boş zaman”, iki kelimelik bir ifadedir fakat insan canlısının hayatına kalıcı bir yön vermiştir.
Derler ki, 50-100 bin yıl kadar önce, son buzul çağı diye bir çağ vardı. O devrin insanları buzulların kıyılarında tundralarda mamut, yaban öküzü, ren geyiği avlarlardı. Takım halinde avlanan uzman avcılardı. Böylece fazladan besin, geçinme dışındaki etkinliklerde kullanabilecekleri artı enerji ve boş zaman elde ederlerdi. Fazla av etlerini “kardolaplarında” bozulmadan saklayabiliyorlardı. Ateşi de tanıyorlardı.
“Böylece artı besin, artı enerji ve boş zaman olanaklarına sahip olduklarını, mağaralarına ve kaya barınaklarına çizdikleri resimlerden; hayvan boynuzlarından, hayvan dişlerinden, taşlardan yaptıkları heykelciklerden; ölülerini özenle ve törenle gömmeye başlamalarından anlıyoruz.” A. Şenel, Siyasal Düşünceler Tarihi)
Aristo, "Köle canlı bir araç, araç cansız bir köledir" dermiş. Alıntıyı yine boş zaman’a bağlayacağım. Aristo, öküzü yoksulların kölesi olarak görürken, köleyi zenginlerin öküzü olarak görürmüş. Atina vatandaşlarına, “bedeni bozucu işlerle, ruhu alçaltıcı zanaatlarla zaman harcamayın. Savaş zamanında askerlikle, barış zamanında felsefe ve politikayla uğraşmanız için boş zamanlarınızın olması gerekir” dermiş.
Atina vatandaşına boş zamanı köleler sağlar. Bu durumda ben de kendimin efendisi ve kölesiyim. Fakat hayatta kalmak, hayatı sürdürebilmek açısından bakarsanız köleliğim ağır basıyor.
***
Yazı başlığının hakkını vermek için bir şeyler daha okuyup değinmeliyim. Gregory Judanis’in Gecikmiş Modernlik (1) kitabı hâlâ elimde. Edebiyat kanonu nedir, ne işe yarar gibi soruları olan biri olarak benim için ilginç şeyler söylüyor.
“Edebiyat kanonu bir anlatılar toplamı olarak, bir cemaatin üyelerinin ortak bağlarını anlamalarını sağlayan hikâyeleri kapsar. Edebiyat bir anlamda bir milletin günlüğüdür, onun geçmişinin, şimdisinin ve geleceğinin hikâyesini anlatır.”
Vikipedia sadeliğinde bir izah. Bir de şu var:
“Milliyetçilik bireyleri edinecekleri ortak kimliğin mekanı haline gelen ortak bir toplumsal deneyim içerisinde bir araya getirir. İnsanları dil birliği ve belli bir amaçla seçilmiş hikâyelerden oluşan bir kanon temelinde birbirleriyle ilişki kurmaya teşvik eder. Bu birliğin mensupları birbirlerine, kendileri, milletleri ve milletlerinin tarihi hakkında öğrendikleri hikâyeleri anlatırlar.”
Veya:
“Milli yüksek edebiyat kurumuna ait metinlerin bir araya toplanması olarak kanon, bir cemaatin kendi hikâyesini anlattıkları için kurtarılmaya değer görülüp diğer kuşaklara aktarılan metinleri içerir. Bu metinler eleştiri nesnesi olur, okul müfredatlarına girer, edebiyat tarihlerinde kendilerine yer bulur ve antolojilerde şerh edilir. (…) Edebiyatın milli kültürlerin icat edilmesinde oynadığı araçsal rol yüzünden, kanonluk metinlere özel ayrıcalıklar tanır; onları ciddi yorumlama nesneleri olarak kabul eder ve ihmal edilmelerini, kaybedilmelerini önler.”
Bay Judanis kanon kavramını 1700, 1800’lerin Avrupa deneyimlerinden, erken milliyetçiliklerin oluşum, kurumsallaşma süreçlerinden bugüne doğru süzerek konuşuyor.
*
Kanon kavramını da içeren Türkiyeli bir alıntı ile yazıyı bağlayayım. Duvar dergisi Nurdan Gürbilek ile söyleşti. Nurdan Gürbilek kitaplarına ve söyleşilerine hayranım. Gürbilek’in düşüncelerini izlerken insanın sadece zihni ufukları açılmıyor, ruhuna da bir hoşluk damlıyor. Uzun bir söyleşiden cımbızlayarak aktarıyorum:
“Son yıllarda bir ‘kanon’ yaratma telaşıyla okuduk biraz Tanpınar’ı. Herkesin üzerinde anlaştığı bir Türkiye kanonu. Ya da Türkiye’de farklı kesimleri buluşturabilecek bir arabulucu. Toplumun bugünkü kültürel ihtiyaçlarına cevap veren bir teklif adamı, vs. Bana yazarların böyle paketlenip kaldırıldıkları anlardan çok, problem çıkaran yanları üzerine düşünmek daha verimli geliyor. Edebiyat tarihini ulusal ihtiyaçlarımıza ya da aidiyet problemlerimize cevap veren rol modelleri olarak değil, bazı çıkmazların, zorlanmaların, tereddütlerin ya da bastırılmış seslerin tarihi olarak okumak… Karşımızda bir modernleşme kuramcısı değil, bir yazar var çünkü.” (“Biri gelir, yerdeki oku alır…” Duvar dergisi, sayı: 22)
Selam sevgi ile
- Gregory Judanis, Gecikmiş Modernlik ve Estetik Kültür/Milli Edebiyat’ın İcat Edilişi, Metis Yay.
—–
Kapak Görseli: 1690’lar, David Mark (Pixabay)