Okumalar, değinmeler
Ernaux’nun “’42 yılı…” dediği yıllar, buralarda gündelik dilde “Alman Harbi” olarak anılırdı. O yılların işbirlikçilerini ve direnişçilerini, sinema ve edebiyattan hatırlıyorum. Yüz yüze gelmişliğim olan tanıdığım bir direnişçi, Almanların Yunanistan’ı işgal ettiği yıllarda, Atina’da liman bölgesini korumak, kollamakla görevli bir yeraltı direniş örgütünde “capitan” rütbeli idi. Fethiye-Kayaköy’den (Makri – Levissi) sürgündür

15.02.2025
Zaven Biberyan, Dario Moreno
Seneler, arkasında cinsellik kokuları saklayan panayır çadırından söz ediyor: “…Bir süre sonra çadırın perdesini aralayacak yaşa gelmiştik. Üç kadın tahta bir yükseltinin üzerinde bikiniyle dans ediyordu. Işıklar sönüyor, tekrar yandığında belediye meydanının asfalt zemininde ayakta dikilen üç-beş seyircinin karşısında bu sefer göğüsleri çıplak, kıpırdamadan duruyorlardı. Dışarıda, hoparlörlerden Dario Moreno’nun şarkısı Ey mambo, mambo italiano gümbürdüyordu.”
Dario Moreno söz konusu olunca uzun uzun konuşmak isteyebilirim. Kuşağımın hafızasında geniş yeri olan bir ses ve kişilik. Moreno’yu severiz. Ancak, Zaven Biberyan “Mahkumların Şafağı” adlı anlatısında Moreno için farklı şeyler yazdı.
“Peki ya Dario? (Nafıa’daki Dario’dan bahsediyorum.) İşte ona tahammül edemiyordum. Hiç mi hiç. (…) Herkesi dakikalarca yalvarttıktan sonra eline gitarını aldığında herkes gülüşürdü; o ise suratını asar, hoşnutsuz bir ifade takınır, adeta içinden, eşek hoşaftan ne anlar, diye geçirip üzülürdü. Pek sevdiği iki şarkı vardı: Guitara Romana Mia ve bir de araya kürekçilerin marşlarından bölümler kattığı bir solcu şarkısı! Aslında ne gitar çalmayı ne de şarkı söylemeyi biliyordu. Yine de 21. Tabur’un komutanı onu erkâna müzisyen olarak aldı, dağlardaki çalışmalara yeniden başlandığında da yardımcı hastabakıcı olarak atadı. (…) Ancak Dario’nun bu atamayı gitarına borçlu olduğunu hiç sanmıyorum. Komutan hediyeleri pek seviyordu!”
Biberyan’ın bu satırları 1940’lı zor yıllara ait. Savaş ve Varlık Vergisi yılları. Türk ve müslüman olmayanların birikimlerine “vergi” adı altında el koyma yılları. Ödeme gücü olmayanları askerlik adı altında taş kırmalara, yol yapmalara sürgün etme yılları. Annie Ernaux’nun, Seneler romanında bayram günlerinin misafirli sofra günlerinde başka bir bağlamda konuşulan yıllar:
“(…) 42 yılının dondurucu kışını anlata anlata bitiremezlerdi; açlık, şalgam, iaşe ve tütün karneleri, bombardımanlar. (…) yollarda Bozgun manzaraları, at arabaları, bisikletler, yağmalanan dükkânlar (…) Almanların gelişi (…) patavatsız Amerikalılar, işbirlikçiler. Direniş’e katılan komşu, bilmem kimin Kurtuluş’tan sonra kafası kazınan kızı (…)”
Ernaux’nun “’42 yılı…” dediği yıllar, buralarda gündelik dilde “Alman Harbi” olarak anılırdı. O yılların işbirlikçilerini ve direnişçilerini, sinema ve edebiyattan hatırlıyorum. Yüz yüze gelmişliğim olan, tanıdığım bir direnişçi, Almanların Yunanistan’ı işgal ettiği yıllarda, Atina’da liman bölgesini korumak, kollamakla görevli bir yeraltı direniş örgütünde “capitan” rütbeli idi. Fethiye-Kayaköy’den (Makri – Levissi) sürgündür.
Çocukluğumdan bu yana sohbetlerde duyduklarım, okuduklarım ve yetişkinliğimdeki tanışıklıklarım ile söyleyebilirim ki, benim kuşaktan bazı Avrupalıların anne babaları, yakınları, Alman Harbi yıllarında ve sonrasında çok ter döktüler, mücadele ettiler. Bu, Avrupa’nın direngen yüzü. Ben bir romantik olarak Avrupa’nın bu yüzünü, toptancı anti-Avrupacılar’a karşı hep savundum.
Fakat, artık “Avrupalı” ifadesi günümüz dilinde olumsuz tınlıyor. AB siyasi birimlerinin tavırlarına bakarsak, demokratik olmayan ülkelerle ilişkilerini müesses nizamları için çıkar temelinde kurguluyorlar. Bu kurgunun bize bir maliyeti oluyor.
“Kimin Avrupası?” adlı bir kitabın tanıtım metninde şu cümleyi okudum: “Atacağı her adımı ekonomik kâr-zarar terazisinde tartan, çokuluslu büyük şirketlerin lobileriyle sarmaş dolaş olan, toplu taşıma, eğitim, sağlık, sosyal güvenlik gibi kamusal hakları umursamak bir yana, bunları birliğin ‘parlak geleceği’ için engel olarak gören bir ortak Avrupa fikri pek çok insanı kaygıya sürüklüyor.” (ATTAC, Kimin Avrupası?, Halkın Avrupası ile Şirketlerin Avrupası Arasında, Çev. D. Banoğlu, Metis Yayınevi)
Avrupa’ya sık gidip gelen bir arkadaşım, “tuzları kuru, başka bir dünyada yaşıyorlar” dedi. Yine de benim gibi romantikler, Avrupa siyasi kurumlarından insan hakları gibi konularda demokratik ilkelere bağlı kalmalarını talep ediyor, benimle benzer talepleri olan Avrupalıların sosyal-siyasal kültürel hak savunularına, eylemlerine kulak kabartıyor.
Ben bu satırları yazarken Gisele Pelicot, dünya liderlerini geride bırakarak Yılın Kişisi seçildi : “Gisele Pelicot, eski kocası ve diğer 50 erkeğin kendisine baygın haldeyken sistematik olarak tecavüz etmekten suçlu bulunarak yargılandığı ve büyük yankı uyandıran davanın ardından Fransa’da yapılan bir kamuoyu araştırmasında Yılın Kişisi seçildi. 72 yaşındaki Pelicot, Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron ve Ukraynalı mevkidaşı Volodimir Zelenskiy’nin de aralarında bulunduğu dünya liderleri listesini geride bıraktı” (Euronews)
Bu alıntı da AB elitlerine kapak olsun.
**
Haftaya: Müfredat, Okullar neler okutuyor?