Okura açık mektup 1 : “Yaşlandıkça insan daha mı az seviyor?”

“Fakat Müzeyyen…”in 30. senesi (1995-2025). Anlatıyı yeniden ele alacağım. Aşağıda ne yapacağım, nasıl yapacağımı izah ediyorum. Müzeyyen okurlarına açık bir platformdur. Düşüncelerine ihtiyacım var. Yazarlarsa sevinirim (ilhamia@hotmail.com)

İLHAMİ ALGÖR

26.07.2025

İstanbul dışında yaşayan bir arkadaşım Fakat Müzeyyen…’i okurken anlatıda adları geçen caddeleri, mekân görüntülerini internet üzerinden araştırdığını söyledi. “Bence kitaba harita koymalısın” dedi.

Şehir-mekân-edebiyat konusuna yabancı olmayan mimar-akademisyen bir arkadaşıma danıştım. Fakat Müzeyyen…’i şehir, mekân içeren bir anlatı olarak tanımladı.  Hatta İkircikli Biricik’i de dahil etti.

Bu cümleler beni,  “Fakat Müzeyyen…”deki esas oğlanın (veya terkedilmiş adamın) anlatısını ve anlatı boyunca kat ettiği güzergâhı yeniden ele almak fikrine getirdi. İçimden bir ses “koparma gülleri, dalında kalsın” diyor fakat deneyeceğim.

Anlatının terk edilmiş adamı, terk eden kadın ile son kez buluşmaya gidiyor. Anlatıya göre kadının ev anahtarının bir kopyası adamda imiş, kadın anahtarı geri istemiş. Şimdi, 30 sene sonra insan şöyle düşünüyor: “Kadın kilidi değiştirse, anahtar için adamla görüşmesine gerek kalmazdı.” (Tartışmaya müsait)

Ara not/düşünce: “Terk edilmiş adam” tanımı kabak tadı verebilir. Hikâyeye bakınca doğru bir tanım ama belki tek tanım değil. Belki işin için de başka pencereler, bakış biçimleri vardır veya olabilir. Ayrıca “tanım, tanım…” da nereye kadar yani? Her şeyi tanımlamak şart mı? Her şey dile getirilmeyebilir. Susarak ima edersin mesela ve o da bir dildir. Veya sustuğun her ne ise üstüne dil ile motifler örersin. Belki de bir şeylerin üstünü örtüyorsundur. (Bu pilav çok su kaldırır.)  Akış esnasında ara notlara/düşüncelere sık başvurabilirim. Düşüne taşına akacağım.

Müzeyyen’in yazarı benim 40 yaş halimdir fakat artık aynı kişi değiliz ve ondan yazar olarak söz edeceğim. Bu ikiye bölünmüşlük kafa karıştırabilir. Mesela şu an benim kafam karışık. Onları birbirine düşürmeye niyetim yok. Fakat illişkileri, sohbetleri nasıl olacak, birbirlerine nasıl davranacaklar merak ediyorum.

Anlatıda, kahramanın hikâyeyi kapatırken son hamlesi biraz melodramik. Bir nevi nihavend tirat: “Kimseye etmem şikâyet, ağlarım ben halime.” Bilmem ki 1995 senesinin yazar kişisi, bu tanıma dair ne düşünür, ne söyler? Belki susar, düşünür ve bir cümle eder: “Yaşlandıkça insan daha mı az seviyor?”

Yol boyunun bazı mekânlarını not düşeceğim.  Belki meraklı bir okur, bu kitapçığı bir tür şehir gezme rehberi olarak kullanmak ister.

Yol boyunda Tophane semti var. “Burası Tophane” deyişi ile adının altını çizen, ağır tavır koyan bir semt. Tavır, Hacı Mimi mahallesinde yoğunlaşıyor. Yazar mahalle için vaktiyle şöyle demiş:

“Neticede burası da, âlem’e, nev-i şahsına münhasırlığı ile nam salmış, sakinlerinin salkım saçak sokaklarda takıldığı, kendi içine buharlaşan mekânlardan biriydi.”

Bir ara yazar’a soracağım: “Bu cümleyi kurduran diğer mekân/mekânlar hangileri?”

Türkçe ve diğer dillerde Tophane’ye dair, soylulaştırma, komşuluk vb alt başlıklarını içeren akademik araştırmalar mevcut. Burası bizi biraz meşgul edecek. Malumatfuruş çukurlara düşme tehlikemiz var.

Tophane, Galata dediğimizde Jules Verne, Reşat Ekrem Koçu, İlhan Berk vb isimlerin metinleri yolumuza çıkıyor. Görmezden gelemem.

Ve yeri geldikçe yazar’ın nihavend tirad’ını sorgulayacağım.  Belki o da sorgulayanı sorgulayacaktır: “Yaşlandıkça insan daha mı az seviyor?” Bakalım. Göreceğiz.

*

Birkaç teşekkür ve bir de notum var. Fakat Müzeyyen’in ilk baskısı Kıyı Yayınları’dır. Kıyı Yayınları Şahin Beygu’ya ve Müzeyyen’e, yazar’ı kötü yol’a düşürdükleri için teşekkür ederim. Düştü ama altın değilse de bakır bir bileziği oldu.

Müzeyyen filminin yapımcısı Marsel Kalvo’ya da teşekkür ederim. Film sayesinde kitap görünür, bilinir oldu. Kadınlar kitaba, filme sahip çıktılar. Yorumlar, düşünceler uçuştu. İyi oldu.

Yorumlar sayesinde zaman içinde bende yeni düşünceler veya sorular belirdi. Sadri Alışık örneğinden gidelim: Sevebilen, terk edildiğinde acıyı kadeh ve musiki yardımıyla kabullenebilen gönül adamı.

Şöyle de diyebilirim : Toplumun popüler-duygusal coğrafyasında var olan kültürel kodlara uzak değilseniz, o kodları kullanarak bir anlatı oluşturabilirsiniz. Anlatınız yalan söylüyor olabilir fakat kültürel kodların yerinde, dozunda kullanımı yalanı gizleyebilir. (Bu pilav da su kaldırır.)

Mustafa Arslantunalı ve Mehtap Gürbüz’e teşekkür ederim. İstanbul’da evi olmayan biri olarak beni Kıraathane Edebiyat Evi[1] misafirhanesinde konuk ettiler. Bu sayede Fakat Müzeyyen…’de sözü edilen mekânları tekrar gezme, dolaşma, fotoğraflama fırsatı buldum. 1995’in bazı izleri yerlerinde değiller. Yel üfürmüş.

Notum ise şudur, Müzeyyen’in yazıldığı yıllarda memlekette aşağıdaki cümleyi kurduran bir gündelik kâbus vardı:

“Gördüğü her beyaz arabayı devlet sanan ve sırf bu yüzden ana caddelerde yürümeye korkan nesiller.” (Mehtap Ceyran, Mevsim Yas, Sel Yayn.)

Ki o “beyaz araba” daha geçenlerde bir savcının masasında görüldü. Zaman hem geçmiş hem de geçmemiş. Çok şey değişti hissi ile hiçbir şey değişmedi hissi bir arada. Garip. Buraya kafayı takabilirim. Biraz sisli bir alan ama du bakalım.

Haftaya, anlatının ayak izlerini takiben, Yazarın diliyle;  “İtalyan Yokuşu’ndan aşağı, rüzgâra asılıp Tophane’ye…” ineceğim.

Yol boyunca İtalyan Hastahanesi, Defter Emini çeşmesi, Tophane-i Âmire binası ve “Yazıdjızade Residence” apartmanı önünden geçeceğim. Mesela Defter Emini Çeşmesini takdim edeyim:

Defter Emini Çeşmesi

Ve yol boyunca yeri geldikçe yazarın cümlelerini didikleyeceğim. Onun da diyecekleri olabilir.

Selam sevgiyinen

 

[1] Kıraathane İstanbul Edebiyat Evi, bir ihtimal yakında kapanacak, var olmayacak. En azından bir arşiv ve hafıza bırakacak. Türkiye hiçbir değere sahip çıkamıyor. Böyle olmamalı. Bir yol bulmalı, yoksa açmalı.