Okura açık mektup 4

Yazar, “İhtiyarlayınca insan daha mı az seviyor?” diye sormuştu  Sorudan kaçmıştım

İLHAMİ ALGÖR

16.08.2025

Kaçıyorum çünkü “herkesin canı burnunda, ‘sevmek’ üzerine bir sohbeti kim takar” diye düşünüyorum. Müzeyyen anlatısının, “o”nun yüzüne, gözlerinin içine bakmak isteği, arzusu, hazzından söz ettiğini anlıyorum. Bir süre yunus balıkları gibi birlikte yüzdüklerini ve adamın o coşkuyla okyanus aşmaya hazır olduğunu kabul ediyorum. Ta ki “çıt”a kadar. “Çıt” sonrası kucaktan düşme halini, verdiği sızıyı, o sızının bir anlatıya  dönüşmesini de anlıyorum. Fakat Yazar’ın sorusu yerinde duruyor: “İhtiyarlayınca insan daha mı az seviyor?”

Soru bana,  “I know what it is to be young” adlı şarkıyı  hatırlatıyor. Muhtemelen şarkıyı Yazar da biliyor. Hatta “herkesin canı burnunda” derken neleri kastetmiş olduğumu da. O’na, “bu soruyu yapay zekâ’ya sor” veya “sevme yeteneği kaybolmuyor fakat beyaz saçlar insanı görünmez kılıyor” diyebilirim. Demeyeceğim. Sorusunu bir süre içimde taşımak ve düşünmek istiyorum.

Eğer Yazarın sorusu yerinde bir soru ise, verebileceğim cevabın ne kadarı yaş almış olmam (ihtiyarlık demiyoruz) ne kadarı zamanın ruhu dedikleri zımbırtı ile ilgili? Zamanın ruhu nedir ki? Yeni bir “mutlak” mı? İradelerimizi sıfırlayan ve bizi kaçamayacağımız bir şekilde kabullenmeye iten…! Böyle bir şey mi zamanın ruhu? Dışına çıkamıyor muyuz?

Eğer zamanın ruhu “yeni mutlak” ise eskisine ne oldu?  Zırt pırt değişebilen bir şey nasıl “mutlak” olabiliyor? Veya hangi işleyiş, irade ile nasıl sürekli değişebiliyor? Ve biz, sayısal çokluğu ile övünen “küçük” insanlar neresinde duruyoruz olup bitenlerin?

Zamanın ruhu denilen zımbırtıya, “sevmek-sevememek”penceresinden bakan bir yaklaşım var. Kaba bir özet ile şöyle: “Aşk’ın bünyesindeki romantik sürecin devri kapandı. Günümüzde aşk kavramı ‘sevişmek’ kod adı altında tek gecelik ilişkiler ima ediyor. Romanlara, şiirlere, şarkılara konu olan aşk tedavülden kalktı.” (Zygmunt Bauman, Akışkan Aşk, Çev.: Işık Ergüden, Alfa Yayınları)

Eee!? “N’apcaz şimdi?” Yara bandı gibi bir izah fakat kullanasım yok. Bu yaklaşım benim için yabancı değil. Yine de biraz sert. Vaziyet bu ise kabul etmek durumunda kalırım ama içimde bir yerler itiraz eder.

Y.: Açıklamayı sorudan kaçış için kullanıyor olabilir misiniz?

– Kaçmıyorum, erteliyorum. Aşk’ın tedavülden kalktığına da inanmıyorum. İdealize edilmesi, adeta markalaşması kabak tadı vermiş olabilir. Ve yeni aşk şarkıları var. “Bu kız beni sever… güzel hayaller gördürür” diye bir şarkı var. Bauman’ın tespitlerinden sonra yapıldı üstelik. Henüz canımız çıkmadı demek istiyorum. Artık inelim şu yokuşu.

“İtalyan Yokuşu’ndan aşağı, rüzgâra asılıp Tophane’ye…”

Bir cümlelik akış içinde evler, apartmanlar, kapı önüne park etmiş arabalar, cadde kenarlarında çöp kutuları, etraflarında kediler vardır. Anlatıda bu ifadeler yoktur. Devam eden satırlarda aktardıklarımın olmadığı gibi.

Yokuşu inerken önceki yüzyılların izlerine göz atalım. Mesela sağımızda Özel İtalyan Hastahanesi var.

İstanbul’a gelen İtalyan gemicilerine hizmet etmek için 1820 senesinde kurulmuş bir dispanserdir. Dispanser dediğin hastayı yatırmayan, ayakta tedavi hizmeti veren bir yer.

Fotoğraf altı yazısındaki “gemici, denizci” kavramını kenara özel not olarak alalım. Bu kavram bizi Galata ve Tophane sınırlarında, bitirimlik güzellemesi, kabadayılık efsanesi, erkeklik tavırları vs anlamında meşgul edecek.

Y.: Böyle mi devam edeceksiniz? Tur rehberi gibi.

(“siz” demeye devam ediyor. Mesafe koymaya mı çalışıyor? Ama benim içimden “sen” demek geliyor.)

– Kahramanın güzergâhını detaylandıracağıma dair Müzeyyen okuruna söz verdim. Sen de vaktiyle Tophane’ye dair mekân okuması yapıp işaret bırakmıştın: “Neticede burası da, âlem’e, nev-i şahsına münhasırlığı ile nam salmış, (…) kendi içine buharlaşan mekânlardan biriydi.” Yeri gelmişken dİğer kendi içine buharlaşan mekân’a  örnek verebilir misin?.

Y: … Haydar caddesi mesela. Arap mahallesi olarak da bilinir. Zeyrek’in iç kısmı. Unkapanı’ndan Saraçhane kemerine doğru giderken, sağda sarnıç duvarları görürsünüz. Üstünde Pantokrator Manastırı vardır. Zeyrek Camii derler. O yapının arkasındaki bölgeden söz ediyorum. Orası da dışa kısmen kapalı bir dünya idi. İlkokulu o civarda okudum. Liseye gidiş geliş yollarımdan biriydi. Merak edip ara sokaklara dalmıştım. Daracık, labirentvari sokaklar. Başka bir yüzyıl vardı o mekânlarda. Çevre mahallelerde yavaş yavaş apartmanlar belirmişti ama Haydar, mekân olarak eski bir zamanda durmuş, kalmıştı.

Orada da Tophanedeki gibi set üstünde bir kahvehane vardı. Semtin bitirimlerinin takıldığı, geleni geçeni görmeye müsait bir orta nokta. Müşterileri, müdavimleri erkek. Hafif kriminal tipler barındırır. Çevre esnaf erkek. Kendileriyle yaşamaya alışkın mahalleler bunlar. Her ne kadar sokaklarından işe, okula gidip gelen insanlar geçiyorsa da… Hatta yaz geceleri yazlık sinema için gelen insanlarla mahalle kalabalıklaşıyor, çeşitleniyor idiyse de.

–  Bu izlenimler hangi yıllara ait?

Y.: 1965-75 arası. El işi boncuk çantalar, kalın uzun favoriler, kıravat düğümlerinin iri bağlandığı yıllar. Birkaç sene öncesine kadar inceydi o düğümler. Şimdilerde “mozaik” dedikleri pastanın adı o zamanda “piramit”. İspanyol paça yılları. Etek boyları kısalıyor. Erkekler saç uzatıyor. İstanbul Fatih’te polis, gençleri toplayıp saçlarını kesiyor. 1975 yapımı Arkadaş filmi uzun saçlı olmayı burjuva yozluğu olarak sunuyor. Farah Diba topuzu moda. Diba öncesinde Prenses Süreyya baştacıydı. İran Şahı, Süreyya’yı bırakıp Farah ile evlendi ve yeni kraliçenin topuzu hızla benimsendi. Bu esneklik de o zamanın ruhuna bir işaret bence. Çocuklar sokakta sek sek, kutu kutu pense oynuyor. İstanbul Rumlarını henüz yeni sürdüler. Sürgün, Tophane, Galata civarları  ya da genel olarak Pera için de bir şeyler ifade eder. Acaba sürgün sonrası ikinci el ev eşyası piyasası ne kadar hareketlendi? Ve 1970’de bir askeri darbe.

– Bu detayların konumuz ile ilgisini nasıl kuruyorsun?

Y.: İnsanların özgürlüğe, serbestiyete yöneldiği bir dönem. Aşk’ın, flörtün  önü açık. “Bakışma” diye bir şey var. Mizah canlı, nefes alıyor. Edebiyat ve edebiyat dışı çevirilerde artış var. Dünyayı takip etmek kolaylaşıyor. Dünyayı takip isteği de var. Sizin yaşlarınızda bir komşu, gözleri iyi görmediği için gazetelerin dünya haberlerini okuturdu bana. Düzen ile uyumlu ya da çelişkili olsun, herkeste iyi kötü bir gelecek tasavvuru, ümidi ve enerjisi var. Gelecek varsa aşk da vardır. Love Story filmi 1971’de Türkiye’ye geldi. Seyircileri göz yaşına boğdu, bir kuşağın ruhunu çizdi. Kimse “öncelikli meselemiz bu değil” demedi. Eğer Fakat Müzeyyen’i ya da yazarını didikliyorsanız, didiklediğiniz şeyin sağına soluna, arkasına da bakmalısınız. Döneme bakmalısınız.

– Didiklemek kelimesi biraz sert kaçıyor sanki.

*

Haftaya: Oğuz Atay da vaktiyle buralarda yaşamış. Fakat bir müze açamadığı için yön gösteren bir sokak tabelasına adı yazılamadı.