Okura açık mektup 7
Geçen hafta yazar ,”Duygu denilen şeyi bu kadar kenara itmeyin,” dedi, “duygular hayatın pazar günü değil. Duygulanımlar da bir düşünüş biçimidir.”

06.09.2025
Yukarıdaki cümleden sonra eklemeler yaptığım için bir iki paragrafı tekrar aktaracağım:
Anlatısına “ağlak” dediğim için incitmiş olabilirim. Haklı olabilir. Duyguları kenara ittiğim falan yok. “İnsan yaş alınca daha mı az seviyor?” sorusu bence yanlış soru. Hayat, “ihtiyarlara yer yok” maddesi ile duygulanabilme imkânlarımı sınırlıyor. Buna yaşlılık, hayat yorgunluğu diyorlar. Olabilir. Ama insan hayata katılamyorsa eğer; ışığını kaybeder, daha çabuk yorulur.
Yazarın tabiri ile bir “didaktik” olarak duygu sosyolojisi diye bir şeyin varlığından –en azından başlık seviyesinde– haberdarım. Ama galiba duygulanma kapasiteme değil, hayat ile duygular ilişkisine meraklı. Hayatın duygulanım kaybına uğradığını düşünüyor. Popüler dergi kapaklarının duyguculuğundan söz etmiyor. Hissediş temelli düşünüşün baskılandığını düşünüyor.
Ve bir cümlesine takıldım; yeniden ele almalar olmuyor mu hakikaten? Niye ki?
*
Koçu’nun denizcileri ile devam edelim. Denizci nüfusu karaya çıkar, meyhaneye, kerhaneye gider. Tophane, Galata, Karaköy bölgesi bu hizmetleri de karşılar. Ayrıca liman işçileri, hamalları kalabalık bir nüfus olarak çevrededir.
Koçu, Bıçakçı Petri (Petridis de denir) adlı kitabında, Petri ve Kefalonyalı Kaptan Lefteri’yi, Karaköy’den Tophane’ye yürütür. Lavirentos Meyhanesi’ne gitmektedirler (1874). Yürüdükleri caddenin adı o yıllarda “Topçular”dır. Cadde kendileri gibi fenerli ve türlü kılık kıyafette adamlarla doludur. Fener taşımak o yüzyılda gece gezgini için mecburiyettir. Henüz şehirde gece aydınlatması, sokak lambaları yoktur. “Feneri nerede söndürdün?” cümlesi bize önceki yüzyıllardan kalmıştır.
Koçu’nun kahramanları Petri ve Kefalonyalı Kaptan, Tophane’ye doğru yürürlerken; “Kahvehanelerden, aşçı ve işkembeci dükkanlarından, büyüklü küçüklü şaraphane, meyhanelerden caddeye bir uğultu” taşmaktadır. Kaptan ve Petri’nin gittikleri meyhane, Cenevizlerden kalma gemici meyhanesidir. “Galata’nın kaldırım kabadayıları ve kopukları, eli bıçaklı haytaları” meyhanenin müşterileridir.
Muhtemelen bu geçmiş, eli bıçaklı sert erkekler dönemi, semtin üstüne yarı kriminal bir örtü sermiştir. Zamanla yeni nüfusun müdahaleleri örtüyü inceltse de kriminal tortu kalabiliyor. Fakat Müzeyyen’in yazarının da semti “bitirimler muhiti” olarak tanımlamasına bakarsak, Tophane efsanesinden etkilenmiş olabilir.
Mesela: “Semt bitirimlerinin kesişlerine dair, ikinci rapor geldi. ‘Kim bu geyik?’ diyorlardı. ‘Turist değil, amir memur değil. Ebleh mi harman mı ne’? (…) Neticede burası da, âlem’e, nev-i şahsına münhasırlığı ile nam salmış, sakinlerinin salkım saçak sokaklarda takıldığı, kendi içine buharlaşan mekânlardan biriydi.”
– Kendi içine buharlaşmak ne demek?
Y.: Kapalı devre bir hayat. İstanbul’da semtçilik, mahalleye vurgu eskiden beri vardı. 1960’lardan bu yana şehrin merkezi semtleri şehir hayatına daha yoğun dahil oldular. Semtlerin, mahallelerin kapalı kutu havaları değişti. Fakat Tophane’nin kapalı kutu hali uzun sürdü ve halen çelişkili bir şekilde devam ediyor.
– Çelişkili?
Y.: Soylulaştırma denilen şehir yağmacılığını kastediyorum. Zenginlerin şehre el koymalarını, kolonize etmelerini. Semt halkının bir kısmı durumu tehdit olarak algılıyor, saldırganlaşıyor. Tiyatro salonu, resim galerisi gibi girişimlere fiziki saldırıları kastediyorum. “Burası Tophane” duvar yazıları bu saldırganlığın sloganı. Mesela İşçi Bulma Kurumu’nun altında, cadde kenarında yola bakan işçi heykelini kimlerin kırdığını merak ediyorum.
– Tophane Et Kesicileri Derneği 1964’de Rum kasaplara et vermemiş.
Y.: ’64 Rum nüfusun sürgün yılları. Ben daha yakın zamandan söz ediyorum. Birkaç hafta Tophane’de bir arkadaş evinde misafir kaldım. Hamam böcekli, fareli bir apartmandı. Evler bakımsız, harap. Çünkü semt çöküntü bölgesi. “Burası Tophane” sloganın arkasındaki hayatın kalitesi parlak değil.
Orada kaldığım süre içinde birkaç kere mahalle berberine gittim. Sonraki yıllarda başka şehirden göç ile gelen “hemşehrici”lerden biriydi. Fakat saldırgan tavırlara mesafeliydi. Dükkânda yalnız isek hoşnutsuzluklarını kısık sesle anlatıyordu. Dükkâna biri girince susuyordu. İçeride de başka içler var demek istiyorum. Dışarıdan bakışla görülmeyen.
– Araştırmalar şehirli davranışlarına sahip Rumların pogrom ve sürgünler ile ötelendiğini, Yahudi nüfusun apartmanların kaloriferli olduğu semtlere kaydığını, bölgede oluşan boşluğun şehir dışından göç ile dolduğunu, gelenlerin bir kısmının savunmacı hemşehri refleksleri, mücahidan İslam anlayışları ile geldiğini söylüyor.
Y.: Malumatfuruş, didaktik bir çizgiye kayıyorsunuz.
Beni kısıtlıyor, zorluyor. Aktarmak istediğim başka araştırmalar, çalışmalar var oysa. Mesela, Karin Schuitema’nın, “Tophane’nin Çok Sesli Tarihi” makalesi var. Hamburg Üniversitesi’nden Maria Bruckmann’ın “Burası Tophane, İstanbul’da Soylulaştırmanın Cinsiyet Dinamikleri üzerine” başlıklı araştırması var. Bir zamanlar Hamburg’a çok yaklaştım ama gidemedim. Çocukluk merakı olarak kalmış. Pederim 1960’ların başında kaçak işçi olarak Hamburg’a gitmişti. 6 ay sonra annemi özleyip sırtında bir tüvit ceket ile bıyıksız olarak dönmüştü. (Schuitema, Brucmann künyeler)
Elif Tufan Türkoğlu’nun, “İstanbul’un Duvar Yazıları: Sosyolojik Bir Çözümleme” başlıklı yüksek lisans tezi var mesela. Kıymetli bir çalışma. Aktarmak isterdim ama malumatfuruşluk eleştirisinde haklı olabilir. Ve rüzgârı bol bir adam, “size kolay gelsin” deyip çekip gidebilir.
Haftaya devam edelim. Selam sevgi ile