Okura açık mektup 8
Müzeyyen’in yazarı ve ben, Tophanedeyiz. Biraz kitaptan konuşuyoruz, biraz semt’ten, mekândan

13.09.2025
Ben bölge araştırma, çalışmalarından söz etmek istiyorum. Burası ne idi, ne oldu anlamında. Yazar didaktik, malumatfuruş buluyor bunları, “tur rehberliği” yakıştırması yapıyor. Haklı olabilir. Ve rüzgârı bol bir adam, sağı solu belli olmaz, “size kolay gelsin” deyip çekip gidebilir.
– Peki, Tophaneyi geçelim, Lüleci Hendek’e girelim. Kitaptan devam edelim.
Terkedilmiş ve kalbi kırık adam –öyle demeyelim, anlatı kahramanı diyelim–bir sokak köşesinde incir ağacı altında, serin ve gölgeli çeşme kenarına oturur. Karşı kaldırımda bir kahvehane… Camında, ince belli çay bardağının yanında, rüzgârda kıvrılmış kurdelevari havasıyla Esnaflar Kıraathanesi yazıyor. Kahraman kahveye giriyor, çay ocağına yürüyor, ocakçıdan sade kahve istiyor:
”Attım parayı tezgâha, sandalyeyi kapıp çeşmenin altına çöktüm. Soğuk suya kahve, her babayiğidin harcı değildi. Yüksek hatırlılar ve ağır bitirimler dışında, semte yabancı birinin kahveyi böyle istemesi için bir ayrıcalığı olması lazımdı. Ayrıcalığımı az önce tezgâhın üzerine, ikna edici ölçüde sermiştim.” Burada hafif western filmleri edası seziyorum. Mike Hammer edebiyatı edası da diyebilirim.
Y.: Haklısınız var öyle bir eda. Semti bitirim mekânı olarak kodladığım için olabilir?
– Esnaflar Kıraathanesi yok artık. Ya da ben göremedim. Derken, anlatı müzikal bir hal alıyor: “Semt, altıkol iskambil oynar gibi sinyaller, işmarlar, manyeller ile sessiz sedasız inliyordu ki, tüpgaz dağıtımı yapan bir kamyonet, hoparlöründen yayılan sinir bozucu bir melodi ile geçti. Hemen ardından rakip firmanın kamyoneti, kendi melodisi ile geçti. Semtin veletler korosu, ‘Oooo, ayıpsın ayıp!’ nakaratı ile geçti. Nakarat, on metre yürüdü, ‘Ablanı alacağım, enişten olacağım, sana koca bulacağım faslına geçti.’ ”
Son şarkı 9/8’lik. Semtin roman nüfusuna gönderme galiba. Ve: “Görmüş geçirmiş, hayatın sırrına ermiş kadın sesli bir kız çocuğu, bakışı çakal bir taksicinin kaset çalarında geçti: ‘Bana her şey seni hatırlatıyor.’” Bu cümlelerde sosyal kültürel çağrışımlar var. Böylece gündelik hayatın müzikalliğine dair bir zemin oluşuyor. Oradan hareketle uzunca bir paragraf boyunca ülke tarihinin şarkılar, türküler, marşlar ile yazılabileceğine geçiliyor. Hatta bir duygu coğrafyası haritası denemesi belki. Ama biz nedense bu dil’e malumatfuruş ve didaktik demiyoruz. Neden?
Y.: Dil işçiliğine saygıdan olabilir mi?
– Olabilir. Ama 30 sene sonra aklıma başka düşünceler geliyor. Eğer duygusal coğrafya haritalarına, kültürel kodlara yabancı değilsen onları yerinde, doğru kullanarak inandırıcı fakat gerçeği saklayan bir anlatı kurabilirsin. Popülist politikacıların yaptığı gibi.
Y.: Müzeyyen böyle bir anlatı mı?
– Belki değil ama “dil işçiliği” ve kodların kullanımı insanın aklına kurt düşüyor. Hikâyedeki adam o dil işçiliği e popüler figür kullanımları ile belki bazı şeylerin üstünü örtüyor.
Y.: Belki!?
– Evet belki… Ve duygulanım dediğin şeylere beni mesafelendiriyor. Yani sandığın ve sık sık sorguladığın gibi duyguyu reddetmiyorum, duyguculuğa karşı dikkatliyim. Kerizleme biçimi olabiliyor çünkü. Mesela Sadri figürü… Terkedilmiş gönül adamı. Boyun büker, sigara yakar, kadehine uzanır. Kalbi kırılmış ama “hayat işte” der, kabul eder. O esnada gözler sulanabilir. Müziği sen seç, müzik olayı senin tarzın.
Y.: Sadri’nin kültürel kod olarak kullanımına şu cümle ile bir daha baksanız, Sadri’yi eleştiren bir cümle olarak: “Ters geldi bana ‘hanımefendi siz zahmet etmeyin, ben sizi severim’ hallerin.”
– O cümleyi unutmuşum.
Y.: Acaba başka neleri…?
– Neyse, Tophane – Lüleci Hendek geçişinde o dil işçiliği maşallah haylice yer kaplıyor ve nihayet kahraman dış dünyayı bırakıp içine dönüyor:
“Ufak ufak kendimle konuşmaya başlamıştım, topladım kendimi. Çevre kesişlerini tarayan tarafım rapor verdi. ‘Boşver,’ dedim. Arsızdım. Dağıtmazsam, toparlayamazdım. Dağıtmaya çalıştığım tarafım, dipte bir yerlerde, sislerin arasına gizlenmiş bir deniz feneri gibi uzak ve basur gibi sinsice, sessiz sedasız çakıp dönüyordu.”
– Dil nihayet anlatının özünden, kahramanının sızısından söz ediyor.
Y.: Saded’e geldiniz. Teşekkür ederim.
– Rica ederim. Yönünü Galata’ya veriyor. Bir bakkal dükkânının önünde dizili gazeteleri görüyor. Gazetelere bakarken nasıl oluyorsa Muhammed, Mustafa Kemal, Turgut Özal ve Karl Marx adlarını içeren bir metin oluşturuyor. Ve bu uzun paragrafı bize bir aydınlanma ânı olarak aktarıyor: ”Memleketi görünürde birileri ama gerçekte ruhlar idare ediyordu.”
Y.: Dilinizde hırçınlık seziyorum. Kinaye de denilebir, belki de siniklik.
– Dil işçiliği diyelim. Ve artık çevreye bakışları bırakıp Müzeyyen ile yaşadıklarını anlatmaya yoğunlaşıyor. Yine de araya dünya sinemasından örnekler sızıyor. Sıkışık, çıkışsız durumlar, açmazlar, b.k’a sarmış hallere dair örnekler.
Y.:Kuşağımın hafızasına yaslandığımı düşünün. Sizin de yabancısı olmadığınız bir hafıza. Fakat o hafıza galiba artık size uzak. Anlatının dili, hissiyat dünyası da uzak geliyor. Bana gerilerde, geçmişte kalmış olduğum hissini veriyorsunuz.
– O hissi sadece ben mi veriyorum acaba? Geçen 30 senenin payı yok mu? Hafıza’nın değilse de anlatım dilinin bana artık uzak geldiği doğru. Mesela tek erkek sesinin anlattığı varoluş hikâyeleri düşünmek, hissetmek, anlatmak isteği artık bana uzak.
Y.: Yakın olan ne?
*
Haftaya devam edelim. (Biraz, Karagöz-Hacivat muhabbeti gibi oldu)