Olağandışı zamanlarda “Tam Ekran”da hakikati aramak
“Bir enformasyonu ortaya atıyorsunuz. Bu enformasyon yalanlanmadığı sürece, gerçeğe benzerdir”
22.01.2018
Yeni medya hayatımızdaki kimi terimlere yeni anlamlar kattı. Dizi izleme sitelerinde ya da Youtube’da sık sık karşılaştığımız tam ekran seçeneği de bunlardan biri. Oysa bir kalıp olarak “tam ekran” terimine özellikle iletişim ve sosyoloji alanında okumaya meraklı olanlar Jean Baudrillard’ın Tam Ekran (2002) kitabından aşinalar.
Nereden çıktı bu “tam ekran sevdası” denecek olursa, gündemimiz mâlum. Medya “milli mutabakat” zemininde yayıncılık yapıyor. Ulusal çıkar haberciliği alanında akademik çalışma yürütenler için bir başka “ideal çalışma havuzu” var ortada. Hepimiz bir savaşı “tam ekran” moduna getirmiş ya da pencerelere bölmüş bir şekilde izliyoruz. Daha da acıklı olanı, yine Baudrillard’ın vaktiyle söylediklerinde olduğu üzere “her yerde, felaket, sefalet ve başkalarının çektiği acı, işlenecek bir hammaddeye, izlenecek bir ilk sahneye dönüştü.”
İzlediğimiz, hakkında tweet’ler ve haberler okuduğumuz şeyin bir savaş olduğu hakikatiyle yüzleşmemiz gerekiyor. Bu işin politik ve psikolojik kısmı; hakkında medya gözlüğünden yazmayı gerektiren kısmı ise savaşın kuralı hâline gelen bir meseleyle ilgili: Dezenformasyonla.
Televizyonda duymaya alıştığımız kalıpla, mikrofonlarımızı Baudrillard’a çevirelim. O günümüz medya sistemini henüz tecrübe etmeden, 20. asrın son çeyreğinde şunları yazmış: “Bir enformasyonu ortaya atıyorsunuz. Bu enformasyon yalanlanmadığı sürece, gerçeğe benzerdir. Ve aksama yerinde olmadıkça, hiçbir zaman gerçek zamanda yalanlanmayacaktır ve sonuçta hep güvenilir kalacaktır. Yalanlanmış olsa bile, mutlak sûrette yanlış olmayacaktır, çünkü güvenilir kılınmıştır.”
Teyit veya doğrulama temelli platformlar uzun süredir Türkiye’nin gündemindeler. Konuyla ve post-truth rejimiyle ilgili birçok mecrada benim de dahil olduğum bir grup akademisyen, gazeteci ve aktivist yazıp çiziyor, türlü konferanslar düzenleniyor. Ancak bu konferansların veya yazıların hiçbiri, az önce bahsettiğim bu “ideal çalışma havuzunu” yaratmıyor post-truth ya da yalan haber üzerine konuşmak için.
Şu bir gerçek ki, post-truth (hakikat sonrası) politikayı kendine sorun eden çok az insan var televizyonlarda. Bunu bir sorun olarak görenlerden ziyade, Trump’ın dahi diline doladığı (muhtemelen yine post-truth rejiminin bir ögesi olarak) fake news’i geçim kaynağı hâline getiren, dahası hakikatin dillendirilmemesi sözleşmesine sıkı sıkıya bağlı olan bir kitle var televizyonlarda. Kendini solcu olarak lanse eden bir muhabirle muhafazakâr bir gazetecinin aynı tondan konuşabildiği programları kafa sallayarak izliyoruz. Gerçi bu şaşırtıcı değil. Siyasal yelpazeye baktığınızda meclisteki dört partiden üçü, ve o dört partiden sonra kurulan ve dış kulvardan gelen sözüm ona alternatif bir parti de söylemsel olarak aynı koronun parçası konumunda.
Ekrandakiler: Kaçınılmaz bir dizi patoloji ve yozlaşmışlık
Burada yine Baudrillard’a dönmek zorunda kalacağız, çünkü bu koroyu ve onların gündemini en iyi o anlatmış: “Tamamen parçalanmış bir siyasal gerçeğin içinde yaşıyoruz. Bir yanda, siyasal kesim, yani gizli teknik işsizlik durumundaki paralel mikro-toplum, cezaya çarptırılmadan gelişen ve kendisini yegâne çabası olan neslini sürdürme çabasına adamış görünen, bunu da bütün eğilimlerin iç evlilik türünden bir karmaşasında yapan sınıf -sağın ve solun bu ensestçi birleşmesi, kanbağı yakınlığının ayırt edici özelliklerinden olan bir dizi patolojiye ve yozlaşmışlığa meydan vermemezlik edemez. Diğer yanda da, politik çemberden gitgide kopan bir ‘gerçek’ toplum. Her ikisi de birbirinden hızla uzaklaşarak, kendi köşesinde yok olup gitmeye ya da dağılıp çökmeye yönelmiş gibiler.”
Gerçek toplum ve ekrandakiler ayrımını bugün yapmak zor gibi görünebilir. Baudrillard’ın bunları yazdığı dönemde Twitter ve Facebook herkese birer İsmail Saymaz, Abdülkadir Selvi ya da Fatih Tezcan olma ayrıcalığını henüz sağlamamıştı. İnsanlar kendilerini ekranın içinde hayal edemediklerinden, bu simülasyona yeterince katılamıyorlardı. Oysa şimdi sanal gerçeklik çağındayız ve her şey daha gerçek! Haber sunucularının üstünden uçaklar uçarken, yanlarından tanklar geçebiliyor. Yeni medyacılar olarak çok sevdiğimiz “oyunlaştırma” kavramı, bir anda işlevli şekilde anlatılmakta olan bir savaşa dönüşüyor. Ekrandakilerin kalın enseleri, maaşları ve keyif dolu hayatlarıyla kıyaslandığında korkunç durumda olan gerçek toplum asla gelmeyecek büyük trajedisini ve krizini beklemeye devam ediyor. Hep “bundan daha kötü günler bizi bekliyor” korkusuyla daha fazla içimize kapanırken, öte yandan da yaşadığımız çağın bir krizler çağı olduğunu ve Naomi Klein’ın adını ustalıkla koyduğu üzere şok doktrinleri ile yönetildiğimizi ve yönlendirildiğimizi unutuyoruz.
Hakikatin bedeli ve entelektüel rehinelik
Televizyondaki malumatfuruşların aksine savaşla veya barışla ilgili gerçek bir şeyler söylemeye cesaret edenlerin işi de artık daha zor. Farklı söylemlerin hızla terörize edilebileceği bir ortamdayız; çünkü değil gri, beyazın az şampanya bir tonu dahi hızla lanetlenebiliyor. Elde ise sınırlı seçenek kalıyor. Ya Kılıçdaroğlulaşarak Türkiye siyasi sahnesine bir “böyle bir şey olabilir mi ya” ânı daha eklenecek yahut birilerinin kara listelerinde en önlerden bir yer rezerve edilecek.
Hakikati dile getirmek adına risk alanlar için kişilerin kendilerini hızla kurbanlaştırması ya da kurbana dönüşmesi mümkün. Ancak söyleyecekleri sözün, yapacakları bir hareketin, hareketlendirecekleri bir kitlenin fark yaratabileceği durumda fark yaratmayanların sessizliği aslında kendi canını her şeyin önüne koyan ve vaktiyle Batı’nın sonucunu değiştirebileceği savaşlardaki sessizlik tutumunu tanımlamak için kullanılan “sıfır ölü” kavramının tam karşılığıdır. Bu tarafı olmadığı bir savaşta entelektüelin, yurttaşın ya da gazetecinin kendisini gönüllü olarak rehin vermesidir. Savaş gazeteciliği, “embedded journalism” denen pratikten ekranlardaki çok efektli çığırtkanlığa kadar kendini fazlasıyla belli ederken, ama’lı cümlelerin ardına sığınan entelektüellik de “sıfır ölü” anlaşmasına taraf olmaktır. Bu tip entelektüeller ve siyasal figürler, tam ekrandan izledikleri bu savaşı “sessize alarak” rehine bıraktıkları şeyin ne olduğunu belki de 20 yıl sonra tıpkı 2010’ların başındaki ana akımın günah çıkarma seanslarında olduğu üzere bize anlatırlar; ama o günlerin çok geç olacağı ortada. Oysa hiçbir şey ekrandaki seçkinlere olmasa da gerçek topluma hakikat kadar iyi hizmet edemez.
Baudrillard, J. (2002). Tam Ekran, (Çev. Bahadır Gülmez). İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.