Ölüm, rüya, gerçek, riya
Uyanmaya hazırsak, yaşadığımız bütün kabuslara karşın en güzel rüyalar hâlâ ve hep bizimle…
24.08.2022
Küllerinden doğan, hiç sönmeden zamanın sonsuzluğunda hep yeniden yanan hikâyeler var. Zamanı olduğu kadar mekânı da aşıyorlar. İnsanın en ilkel ve içgüdüsel yanına dokunan, sanki kelimeleri ruhta yankılayan bir özleri var. Onlardan biri olan The Sandman, şimdi dizi olarak bir kez daha karşımızda.
Mitolojik hikâyeleri güncel konularla harmanlayan, sıradışı mizahı ve keskin üslubuyla iz bırakan Neil Gaiman’ın yazdığı çizgi-roman serisinin müdavimleri tam otuz yıldır bu uyarlamayı bekliyordu. Özgün sinematografisiyle kült kitaplardan bağımsızlaşabilen yapımlara bir örnek The Sandman.
Ama elbette önce hikâyenin hakkını vermek lazım. Ne de olsa her şeyi başlatan o. Ve bu macera çizgi-romandan da öncesine gidiyor. Yazılı olarak ilk kez 18. yüzyıldaki Almanca sözlüklerde “Der Sandmann kommt” (Kum adam geliyor) şeklinde yer alan deyişe dayanan masal parçası, Türkçede “Gözlerim ağırlaşmaya başladı” söylemine yakın. Uykun geldikçe göz kapaklarını kaldırmakta zorlandığında, Kum Adam gözlerine tanecikleri serpmiş oluyor inanışa göre.
19. yüzyılda gotik bir figüre dönüşen Sandmann, Alman Yazar E.T.A. Hoffmann’ın “Der Sandmann” adlı masalında kötü bir varlık. Çocukların gözlerine uyumaları için kum fırlatıyor. Hans Christian Andersen’in yorumundaysa çocukları daha şefkatle uykuya gönderen bir varlık olarak tasvir edilmiş. Akıllı çocukları güzel rüyalarla ödüllendiriyor, yaramaz çocukları hiçbir rüya göstermeyerek cezalandırıyor. Sabah gözlerinizi kaplayan çapak da geceleri Kum Adam’ın serptiği tozlardan biliniyor.
Neil Gaiman’ın The Sandman’i ise korku, mitoloji ve fantastik edebiyattan beslenen bir çizgi-roman. Antik Yunan, İskandinav ve Asya mitolojilerinin yanında Dante Alighieri, William Blake, John Milton ve William Shakespeare’in eserlerinden de göndermelerle örülü. Romanın ana karakteri olan Morpheus ya da Dream (Tom Sturridge) rüyaların efendisi olan ölümsüz bir karakter. Oneiros ve Kai'ckul gibi farklı isimlerle de anılan Dream; Mr. Darcy ve Heathcliff roman kahramanlarının daha gotik ve melankolik bir versiyonunu andırıyor. Gururlu, keskin ve biraz da bezgin. Üzerinde bütün insanlığın rüya ve kabuslarının sorumluluğunu üstlenmenin, zamanın sonsuzluğu boyu çok fazla şeye tanıklık etmenin yorgunluğu var.
47. sayıdan itibaren DC Comics'e ait ve daha ciddi, karanlık hikâyelere yer veren Vertigo alt markasıyla yayımlanan The Sandman, 1988-1996 yılları arasında 75 sayı ve 10 cilt olarak yayımlanmış. Türkçede İthaki Yayınları tarafından basılan ve Morpheus’un parçası olduğu Endless (Sonsuzlar/Daimiler/Ebediler) ailesinin ortak olduğu insanlık maceralarına odaklanan eser, New York Times Çok Satanlar listesine giren ilk çizgi-romanlardan biri olmanın yanı sıra “A Midsummer Nights Dream” öyküsüyle 1991’de Dünya Fantastik Edebiyatı Ödülünü alarak ödül kriterlerini sarsmış. Kurallar herhangi bir başka çizgi-roman bu ödülü alamasın diye değiştirildiği için de alanda bunu başarmış ilk ve tek çizgi-roman.
Yazar Gaiman ile birlikte The Dark Knight filminin senaristliğini yapan David S. Goyer ve Allan Heinberg senarist koltuğunda yer alıyor. Ekiple bir röportaj yapan fotoğrafçı Ali Kalyoncu’nun, uyarlama için neden bu kadar beklendiğine dair sorusuna Neil Gaiman’ın verdiği yanıt, kulis arkasında işlerin nasıl yürüdüğüne dair de ipuçları taşıyor: “Bunun en büyük nedeni Sandman’in haklarına sahip olmamam. Sandman’in hak sahipleri DC Comics ve Warner Brothers. Elbette geçtiğimiz yıllarda pek çok kişi Sandman’i sinemaya uyarlamaya çalıştı. Ancak ilgilenmedikleri tek insan, asıl çizgi-romanı yazan adam, yani bendim. Değişen tek şey, bu süre zarfında kendimi iyi bir alamete dönüştürmemdi. Yazarlığın haricinde bir senarist ve dizi yapımcısı olarak da kendimi kanıtlayıp kimi ödüller kazandım. Böylelikle Warner Brothers, böyle bir uyarlamada çalışmamın bir problem değil, aksine faydalı bir şey olabileceğini görmüş oldu. Nihayetinde beni projeye bu biçimde dahil etmeleri, uyarlamanın gerçekleşmesine olanak tanıdı.”
Aslına sadakat ve sinematografik özgünlük arasındaki zorlu dengenin garantisi olarak görülebilecek bu denetimin yanı sıra yapımın başarısında baş rolde Gotik prense dönüşen Tom Sturridge’in ve rollerini özümsemiş, soyut kavramlarla bağ kurmuş oyuncu kadrosunun da payı büyük.
Ebedileri tanıyalım
Belki öncelikle henüz hepsini görmemiş olsak da Tanrıların aksine insan inancıyla oluşmamış, ezel ebed var olacak kavramların temsilcisi kardeşleri kısaca tanımakta yarar var. Destiny (Kader), kardeşlerin en yaşlısı ve en sessizi. Kendisinin de değiştiremeyeceği yazgının simgesi. Cüppeli kör bir adam olarak tasvir ediliyor. Gölgesi yok. Krallığı, heykeller ve labirentlerden oluşan bir bahçe. Karakteristik objesi, koluna bir zincirle bağlı olan, kalın ciltli kitap. Evren henüz yaratılmamışken, bu kitabı okumaya başlamış ve ilk kelimeleriyle birlikte kâinat var olmuş. Tanrıların ve ebedilerin karşı koyamadığı kaderi simgeliyor ve bu kaderi kendisi de değiştiremiyor. Dream'in ablası olan Death (Ölüm) dizide siyah, sıcacık görünümlü bir genç kadın. Karakteristik objesi, sözcük anlamı “yaşam” olan Antik Mısır’da Nil’in anahtarı olarak bilinen ankh sembolü. Krallığı, modern bir genç kız odası.
Kardeşlerle iletişimde olmamayı tercih eden Destruction (Yıkım) kızıl saçlı, sakallı ve iri yapılı bir karakter. Karakteristik objesi bir havuz. Ebedi olmaktan vaz geçerek sorumluluklarını terk etmiş. Desire (Arzu- İhtiras) tam bir queer karakter. İki gölgeye ve bal rengi gözlere sahip. Krallığı dev bir heykelin göğsünde yer alıyor. Karakteristik objesiyse kalp. Despair (Umutsuzluk) Arzu’nun ikiz kardeşi, krallığında galaksideki tüm dünyalara açılan pencereleri var. Kısa boylu ve şişman. Fareleriyle beraber bu pencerelerden insanlığın çaresizliğini izliyor. Karakteristik objesi çengelli yüzük. Delirium (Hezeyan) Sonsuzlar içerisinde yaşça en küçük olanı. Bu karakterin adı önceleri Delight (Haz) iken geçirdiği travma sonucu adı Delirium haline gelmiş. Şekli, görünüşü ve kıyafetleri sürekli değişiyor. Herkesin rahatlıkla girebildiği, sınırları ve renkleri belirsiz bir krallığı var.
Kaybınla devam etmek
Edebiyatın, filmlerin ve dizilerin bu denli dünya mitolojilerinden, masallardan ve kutsal kitaplardan hikâye ve göndermelere yaslanmasında, yeni kurgu arayışlarının kadim anlatılardan kök salmasında bir anlam olmalı. Zamana ve mekâna meydan okuyan bu öz, daha sahici ve doğrudan kalbe nüfuz eden bir etki alanına sahip. Tüketim hızının giderek arttığı bir dönemde değişmeyene ve bize bilinçaltımızda bildiklerimizi ilham edene her zamankinden besbelli her zamankinden daha da çok ihtiyaç var.
The Sandman’in uyarlamasında hikâye, 1916’da Roderick Burgess adlı bir okültistin yaptığı ritüelle açılıyor. Savaşta kaybettiği oğlunu ve ölümsüzlüğü kazanmak isteyen Burgess, yanlışlıkla Ölüm yerine Morpheus’u çağırır. Morpheus konuşmayı reddeder ve 106 yıl devasa bir akvaryumda esir kalır. Bir torba kum, ölü bir tanrının kemiklerinden yaptığı miğfer ve bir yakuttan oluşan hazineleri de Burgess’in elindedir. Burgess ve oğlunun ölümünün ardından hazineler kayıplara karışır. Onların peşi sıra gücünü, krallığını ve en önemlisi rüyalarından olan insanlığı toplamaya girişen Morpheus hayatının zorlu sınavlarından birini verecektir.
İlk sezon finalinin ardından The Sandman, sürpriz bir 11. bölümle hayranlarını sevindirdi. “A Dream of a Thousand Cats / Calliope” (Bin Kedinin Rüyası / Kalliope) başlıklı iki farklı hikâyeyi içeren bonus bölümün ilk macerası animasyon formatında, ikinci yarısı ise live-action olarak hazırlanmış. Bu iki bölümlük hikâyede, soylarını insanın hükmünden kurtararak eski, gururlu, özgür günlere dönecekleri yeni bir dünya hayal eden bir Siyam kedisi ile umutsuzca ilhama ihtiyacı olan ve bu sebeple Morpheus’un kadim aşkı, oğlu Orpheus’un annesi ilham perisi Kalliope’yi kaçıran bir yazarla tanışıyoruz. Yaratıcılık ve yıkım, özgürlük ve esaret adına sorgulanacak çok şeyle karşılaşarak…
İyi bir hikâyenin başardığı üzere, The Sandman de ihtiyaç ve önceliklerimize göre odaklanabileceğimiz bir hazine sandığı sunuyor. Ben özellikle ölümle rüyanın, gerçekle riyanın peşine düştüm. Ölüm ve Morpheus’un biraraya geldiği sahne bu açıdan biraz yakından bakmak istediğim kısımların başında geliyor.
Klasik tırpanlı, kara cübbeli ve korku salan Ölüm temsili yerine, gözleri sevgi ve şefkatle bakan siyah bir kadını karşımızda bulmak sağlam bir ters köşe. Ölüm (Kirby Howell-Baptiste), ironik bir şekilde hayata ve insana en yakın duran Ebedi. Evinde son nefesini veren yaşlı bir adamdan kazaya kurban gittiğini dahi anlamayan bir gence, başlamadığı bir hayattan alınan aylık bebekten saldırıya kurban gidenlere kadar Ölüm’ün yanında olması gereken pek çok insan var gün içinde. Neil Gaiman’ın dünyasında Ölüm, insana bu son anındaki eşlik işini son derece ciddiye alıyor ve her şeyi iliğinde hissederek yerine getiriyor. Varlığı hayatı kutsayan bir Ölüm var karşımızda. İnsanları nereye götürdüğünü, sonrasında onların neler yaşadığını görmüyoruz. Bize de Morpheus gibi sarsılmış bir hâlde bu yolculuğun kendisine odaklanıyoruz. Ölüm, insana o geçiş ânında en yakın dost misali eşlik ediyor. Asıl mesele ise arkada kalanların oluyor.
Sevdiğin birinin öldüğünü bilmekle, o ölümü kabullenmek arasında fark var. Gerçekle ne edileceğine dair en yaman mücadelelerden biridir yas. Hafıza hatırlamaya direnir, çünkü hatırlamak demek artık o insanla yeni anıların olamayacağı gerçeğine teslim olmak anlamına gelir. Şimdiki zamanı ve geleceği istersin sen oysa. Ölmüş olanı hatırlamayı değil, özlemeyi seçersin. Sanki onu bir yerlerde unutmuşsun. Kimseler bir şey demeden, dış kabuğunun altında unufak olmuşsun.
Ölümü kabullenmenin, kayıpla ödeşmenin zorluğu dünyayı yıkıma sürükleyebilecek bir vortex gücüne sahip Rose Walker’ın (Vanesu Samunyai) hikâyesine odaklanan bölümlerde de ortaya çıkıyor. Rose, izini kaybettiği kardeşini rüyalarda arar ve gün geçtikçe artan kendi yıkıcı gücüne karşı hayatı pahasına bir fedakârlığa zorlanırken, arkadaşı Lyta Hall (Razane Jammal) da ölmüş eşiyle rüyalar aleminde kurduğu yanılsamalı hayatın içine girdap misali çekilmeye karşı meydan okumakla yüz yüze geliyor. Kayıplarımızla ne yapacağız? Bulmak, bazen önce kaybettiğini kabullenmekle başlıyor. İsyanını, kederini, yasını yaşamadan hayata devam edemiyorsun. Ölerek doğuyorsun.
Rüyasız hayat cehennemi
Bir diğer çarpıcı bölümde Morpheus’un yakut kolyesini çalan ve taşın gücüyle deliren John Dee (David Thewlis) karakteriyle tanışıyoruz. John’un takıntısı, insanların bütün ilişkileri ve var oluşlarını yalan üzerine inşa etmiş olmaları. Hayalindeki yeni dünyada riyaya yer yok. Gel gör ki insanları bu uğurda inandıkları hayallerden mahrum etmenin, onları öz yıkıma götürmekten öte bir karşılığı da yok. Rüyasız hayalsiz hayat cehennemden farksız. Zaten tam da bu yüzden Morpheus olmaksızın Waking denilen dünyada insanlar uyanamadıkları koma uykulara ya da uykusuzluk hastalığına yakalanmış, çatışma ve savaş, yıkım ve facia günlük hayat gerçeğine dönüşmüş. Kralının yokluğunda Dreaming denilen Rüyalar Alemini gücü yettiğince koruyan ve fikri sabit Rüyaların Efendisi’ni sorgulamaya itebilen ender varlıklardan kahya kütüphaneci Lucienne (Vivienne Acheampong), bunu rüyalar alemi ile yaratıcısının organik bağıyla açıklıyor. O yokken, kâinatı da içten içe yıkılıyor. Bu aynı zamanda Morpheus’a peşine düştüğü hazinelerinin de aslında kendi içinde olduğunu kavratan bir deneyim. İç gücünü de kimselerin çalabilmesine imkân ihtimal yok.
Rüyasız hayatın gerçek anlamda karşılığı da en ışıklı, en gözde meleklikten cehenneme sürgüne yollanmış Lucifer olsa gerek. Tıpkı Ölüm gibi boynuzlu, canavarımsı klişelerle çerçevelenen Şeytan karakterini içinde fırtınalar barındıran dingin bir vakarla canlandıran Gwendoline Christie de izleyeni ters köşeye yatırıyor. İsminin anlamını veren bir yorum bu. O aslen ışık taşıyan bir varlık; sabah ya da seher yıldızı. Şimdiyse isyanı karşılığında gözden düşerek kötülük, işkence ve acıdan oluşan bir tekdüzeliğe tutsak. Morpheus, bir iblisin eline geçen miğferi uğruna Lucifer’le düelloya giriştiğinde aslında hepimize hayatın anlamına dair tüyleri diken diken eden bir ödeşme sunuyor. İkili her hamlede el yükselterek yaratma ve yıkma sarkacını önce dünyayı sonra kâinatı sonlandıran bir hızda hareket ettirirken Lucifer’in anti-hayat hamlesine karşı verilecek bir yanıt yokmuş gibi duruyor ilk bakışta.
Oysa Morpheus’un kılavuz kuzgunu Matthew’un hatırlattığı üzere onlara inananlar var oldukça rüyalar ölmez. Dolayısıyla Rüyaların ve Hikâyelerin Efendisi son hamleyi bütün insanlık adına yapıyor: Umut. Umut ölmez, sen izin vermedikçe öldürülmez. Her şeyin sonunda hep ve sadece umut vardır. Hayat başlatan, anlam bulduran umut.
Rüyalarımız olmadan gerçek arzu ve korkularımıza vâkıf olmak, onlarla muhasebeye girişmek mümkün değil. Rüya bu anlamda ironik biçimde aslında gerçeğe uyanış. Riyasız bir hayata başlangıç. Her an her şeyin değişebileceği ve hiçbir şeyin sahibi olmadığımız gerçeğiyle zorunlu bir barış. Faniliğe anlam katan bu karşılaşmanın önemini hatırlatan The Sandman, yaşanmaya ve hatırlanmaya değer bir ömrün sırrını fısıldıyor bize.
Uyanmaya hazırsak, yaşadığımız bütün kabuslara karşın en güzel rüyalar hâlâ ve hep bizimle…