Ölüm, şefkat ve diğer şeyler
Ne bu küçücük, incecik kitap bitti, ne yas. Bu baba ve oğlu alıp kendi hayatıma ördüm. Hikâyenin gücü bu değil mi zaten?
09.11.2022
Hafızanın özünde ölüm var. En mutlu anların kaydında bile. Nihayetinde bahsettiğimiz bir daha yaşanmayacak olan bir zamanın şu ya da bu sebeple unutulmaması. Ya da yaşantının kendi iradesini konuşturup hafızaya mıhlanması.
Doğrudan ölüm söz konusu olduğunda hafıza ne eder peki? Acıyla kavrulmuş bir beyin ve yasla büzüşmüş bir kalp, hafızadan ölenin kaybı sonrası neler talep eder? Hatırlamak rastgele değildir artık. Çağrışım kendi gündemiyle gelir. Boşluk, kaybedilen varlığı yeniden tanımlar.
Beril Eyüboğlu’nun duru çevirisiyle Metis Yayınları’ndan çıkan Uçuşan Etekler – Bir Ağıt (Flying Skirts – An Elegy) baba-oğul John Berger ve Yves Berger’ın kaybettikleri eşe ve anneye vedaları. İncecik bir kitap. İçi fotoğraflar ve çizimlerle ve çok fazla duyguyla, düşünceyle dolu. Eskimiyor ve bitmiyor yıllardır. Dahası boşluklara okurunu bizzat davet ediyor.
Ressam, sanat eleştirmeni ve yazar John Berger kaybettiği eşi Beverly Bancroft Berger’ın ardından “Bu ağıdı senin için yakıyoruz” derken, devamında tam da okura açılan bu kapıyı gösteriyor: “Senin için ve senin hakkında. Solo müzik dinlerken, çoğu zaman başlangıçta insan bir başkasına hitap edildiği, kendisininse kulak misafiri olduğu izlenimine kapılır. Sonra o başkası kendisi olur. Aynı şekilde belki de okurun biri senin yerine geçebilir.” O yere geçiyoruz. İki zarif ruhun yasına saygı duyarak usulca ilişiyoruz bir köşeye. Çünkü ölüm hayatı tanımlıyor her şeyden önce. Kaçılmıyor.
Yas terbiyesi
John Berger, bir ömrü birbiriyle iç içe örenlerin, birbirinde sebat edenlerin hikâyesini anlatıyor en damıtılmış sözlerle. Sadece hayat arkadaşını değil, tutkunu olduğu kelimeleri, müziği, işini, ruhunu paylaştığı, yaslandığı bir kadının hakkını teslim etmek istiyor. Baba-oğul her iki insanın da en büyük özeni, kendilerini değil, kaybettikleri insanı anlatmak. Onu hakkıyla gözümüzün önünde canlandırabileceğimiz hâle getirmek. Bu açıdan bakıldığında Uçuşan Etekler, yas terbiyesi diyeceğim bir şeyi gösteriyor aslında. Esası kaçırmamayı. Kendini bir kenara koymayı.
Ölenin fiilen söz hakkı kalmadığına göre, şimdi bir hikâyeyi o insanın hakikatine halel getirmeden anlatma sorumluluğu var. John Berger azami özen ve bu çağda alışılmadık tınlayan bir hürmetle örüyor kelimeleri. Anılarla, küçücük ayrıntılarla bir insanı vazgeçilmeziniz kılan büyüyü tanımlarken ister istemez di’li geçmiş zamana teslim olsa da, iş karakter tanımına geldiğinde Beverly Berger’ı onu daha tanımadan önceki ve ölümden de sonraki bir hayatla bitimsiz bir şimdiki zamanda anlatıyor. Süregiden bir varlık olarak: “Bitkilerle uğraşmaktan hoşlanıyordun, temas kurmanın bir yoluydu çünkü bu; geleceğe ayar vermenin – tıpkı dışarıya, soğuğa çıkmazdan önce, kapı önünde atkımı ayarladığın gibi… Şimdiki zamanın içinden, geçmişten geleceğe mesajlar taşıyan bir koşucu gibi geçtin… Seni izlerken, tecrübeli bir kâşifin edasını, dikkatini buluyorum. Şapkanı, paltonu giyiş tarzın, başını tutuşun, kapı açarken, arkana döndüğünde. Bir kâşifsin sen.”
John Berger’ın özlem ve hayranlıkla çizdiği Beverly portresinde bu etkileyici kadının zamanın alışılageldik geçmiş, şimdiki zaman, gelecek dağılımını varlığında sabitleyen ve bütünleştiren özelliğine vurgu büyük yer kaplıyor. Beverly besbelli hayatın kendisiyle başlamayan ve bitmeyen akışına, doğasına âşık, insanlık umudunu, içinde yaşanan zaman isyan ettirecek haksızlık ve durgunlukla kaplansa dahi gelecek pahasına koruyan biri. Ya da John Berger’ın kim bilir kaç gecenin derin düşüncelerinden çekip çıkardığı berrak tespitte sunduğu gibi: “Şimdiki zamanın içinden geçen patikalarında yol alırken, ardına düşülen, meçhul bir geleceğe yararlı olabileceğini varsaydığın şeyler getirirsin geçmişten. Bu seçilmiş mirası, omuzlarında hafif bir sırtçantası gibi taşırsın. Hiçbir ağırlığı yok gibidir. Gelecek ise karşılıklı bakışlarda gizlidir.”
Annesinin eşliği olmadan Londra’da açmaya hazırlandığı ilk sergi öncesinde ressam ve şair Yves Berger de, annesi olmak dışındaki hayatını da kapsar bir şekilde döngüsel akışta, çember zamanda selamlıyor Beverly’yi. Çoğumuzun unuttuğu bir şeyi yerine getirip anne-babaya anne ve baba olmadan önceki hallerinin hakkını teslim ederek, o tanımadığımız genç insanları umutları, hayalleri, aşkları, ayrılıkları, acı, keder ve sevinçleriyle düşleyerek: “Bir zamanlar, daha ben dünyaya gelmeden yaşadığın Noel Road karşımda uzanıyor. Dudaklarınla eksilmeyen tebessümünle o yolda yürüyüşünü, köşeyi dönüşünü hayal ediyorum… Senin bundan elli yıl önce, Noel Road’da yürürken taşıdığını, ben bugün galerinin önünde otururken taşıyorum. Ve resimlerim bir yerlerden geldiyse eğer, bu yerin seninle benim aramda, o zamanla bu zaman arasında olduğuna inanıyorum. Birbirimize olan sevgimiz gibi anne, hayatın hiç son bulmayacağı bir yerde.”
Ölen nereye gider?
Hayatın edebiyata beş basan kurgusunda da baş rol elbette ölümün. Herkes bir kez yaşadığı ölümü alıp da gidiyor. Böyle öldüm ve bunları yaşadım diye anlatamıyor. Geriye kalan hep bizim varsayımlarımız, tahayyülümüz ve korkumuz. Tanıklığımız da ölümün son anına kadar. Sonrası büyük boşluk, sonrası çözmesi kimsenin haddi olmayan tekil muamma.
Yves ve John Berger da, aylarca ağır bir hastalığın her evresinde eşlik ettikleri, evi ev, hayatı hayat yapan bu kadının şimdi nerede olduğunu sorguluyor ısrarla. Elde hatıralar var, bir de hayatın ruhları birleştiren anlık mucizeleri. John Berger, eşini Beethoven’in Rondosu eşliğinde hissediyor; Yves Berger’sa annesini akan ırmağın sesinde ve içine akıttığı gözyaşlarında.
Berger mekândan öte zamana sığınıyor buluşma noktası olarak. “Geçmişe bakıyoruz, bakarken senin de bizimle birlikte olduğunu hissediyoruz. Elbette saçma bu, çünkü sen geçmişle geleceğin var olamayacağı bir yerde, zamanın ötesindesin. Buna rağmen bizimlesin. Hesaba kitaba gelmeyecek bir şekilde (kısa bir süre için) zamanın ötesinde bir yerde biz seninle buluşmuş olamaz mıyız? Böyle bir şeyin vuku bulması, hatırladığımız anların tabiatından ötürü mü acaba? Öyle anlar ki, daha oluşurlarken ölümsüzleşmişlerdi.”
Bir yandan bir yetişkin olarak hayatına devam eden Yves’in sesindense sarılmaya hasret, küçük bir çocuk işitiliyor kimi zaman: “Nerdesin annem? Ölülerin asıl mekânının hiçbir yer olduğunu söylemişti birisi. Ama bu ne demek oluyor? Bizim hayatlarımızda bunun karşılığı yok. Hiçbir yerin neresi olduğunu bilmiyoruz biz.”
Yas tutanın sonsuz ve bir günü vardır. Hayat, bir yandan akışına davet eder insanı. Beri yandan sen kalmak istersin. Zamanın başkadır artık. Bir paralel evrenin vardır, öte alemle arandaki tül perde iyice incelmiştir acında ve özleminde. Başkalarının saçma bulacağını, anlamayacağını düşündüğün türlü ayrıntıyı içinde biriktirir, suskunlaşırsın. Oysa için çok kalabalıktır; tortusu kalkmış anılar, sadece yeni ölmüş sevgili bir insanla sınırlı kalmayıp ölüm adına yaşadığın ne varsa, ölen başka kim olmuşsa hepsinin toplaşıp geldiği bir cümbüş. Bazen sana sevdiğin insanı çağrıştıran küçücük şeylere, iyi bir insanın sözüne, ortalıkta görünmeyen bir kuşun süzülüp önüne düşüveren tüyüne, ısrarla odaları dolaşan bir kelebeğe, bir peygamber devesine, bir buluta, denize, ağaca sığınırsın. Teselli, güç ve inanç ararsın. Geri kalan zamandaysa haşin ödeşme gelip kendini dayatır. Senden sonsuza kadar alınmış olan bir ilgi, kimsenin canını acıtamayacak olma hali, köksüzlük ve kabulleniş. Başka ne edeceksin. “Ve nerede olduğunu bilmiyoruz; bedeninin yattığı yeri ziyaret ediyoruz. Yakında seçtiğimiz taşlar kabrine yerleştirilecek. Ortasına toprak koyacak ve çiçekler dikeceğiz. Çok güzel olacağına inanıyoruz, öyle olacağını ümit ediyoruz. Her zaman yaptığın gibi bu yazdıklarımı bilgisayara geçirmeni isteyemeyeceğimizi biliyorum. O nedenle senin yerine biz yapacağız.”
Vakar ve şefkat
John ve Yves Berger’ın sesinde bu zamanların çok ihtiyaç duyduğu, eksikliği hissedilen iki temel unsur var: vakar ve şefkat. Baba-oğul kaybettikleri canı vakarla anlatıyor onun onurunu, gururunu gözetiyor. Acıyla acılaşmıyorlar, aksine o acının içinden benzer deneyimlerden geçen herkese el uzatabilecekleri bir şefkati bulup çıkarıyorlar. Bahsi geçen şefkat, ucuz bir acıma duygusu değil, sevginin en yalın ve yoğun hali. Bir insanı kendinden bilmek, onun acısını çaresizce içinde hissetmek, çırpınmak ve hiç vazgeçmemek. John Berger’ın bir ahudududa yaşadığı ve yaşattığı: “Bu ahududular, ağustos güneşinin etkisinden dolayı öncekilerden daha iri; yatakta kımıldayamadığın için ağzına birer birer koyduklarımdan daha tatlı. Haz aldığın bir tat vardı onlarda yine de. Dudaklarını kapattığında hoşnutlukla gülümserdin.”
Vakar, John Berger’ın eşine bakışının ve Beverly’nin kaçınılmaz olan son âna kendini ve sevdiklerini hazırlarken takındığı tavrın ta kendisi. “Sen bıçak gibi saplanan sancılar yüzünden kımıldayamadan sırtüstü yatarken, ıstırabını biraz olsun hafifletebilmek için bizler bir doz daha morfin ya da kortizon vermek ya da yastıklarını düzeltmekten başka bir şey yapamazken; sen yemek yemek için doğrulamazken, sıvıları ancak bir kamıştan emerken, lokmaların sadece -o sapını sevdiğin- çay kaşığıyla ağzına verilirken, günde altı kez vücudun yıkanırken, altına bez bağlandığında, uzun süre yatakta kalmaktan yara açılmasın diye biz topuklarını ve dirseklerini ovarken, güzelliğin kıyas kabul etmezdi… Ve bu eşsiz güzellik cesaretinden kaynaklanıyordu. Cesaretinin güzelliği sonuna kadar yalnız bırakmadı seni ve zamana inat şimdi bizimle. Sessizliği dolduruyor.”
Yves ise, sadece ölüm döşeğindeki annesini değil ona kıyamayarak bakan babasını da gözlemiş bu süreçte. Vakar bu bakışta da saklı. “Hareket kabiliyetin günden güne azalırken babamın alnını, saçlarını okşayışını hatırlıyorum; vah yavrum vah, vah canım… Usul usul, neredeyse fısıltıyla, sesi giderek yok olurcasına. Kim bilir kaç kez tekrarladı bu sözleri, anne…”
Burayı okuyunca durakladım. Yıllar yılı anneme bakan ve yaş olarak John Berger’ın kuşakdaşı olan babam da “yavrum” diye hitap ederdi sevdiği kadına hastalandığında. Hayatın ironisi gereği annemden önce ölen ve hastanedeki son ânında refakatçi yemeğini yiyip yemediğimi soran, ardından da anneme onun çok sevdiği soslu makarnamdan yapmasını söyleyen babamın sesini işittim. Başka bir dönemin, bir ömrü birbirine örerek geçmeyi göze alanların zarif sesi bu. Ne kadar özel, ne kadar kıymetli.
Eşyanın zulmü
Sonrası mı? Sonrası eşyanın zulmü. Keşke ölenler, kendilerine ait her şeyle birlikte yok olsa dedirten kanırtıcı bir kalakalış. Giden sahibinin ardından badanası çatlayan, borusu patlayan, döşemesi çöken, kısacası küsüveren evler ve ne edeceğinizi bilemediğiniz bir yığın eşya. Ölenin, ölenlerin ardında kalanlar. Mantık elbette ne yapılması gerektiğini bildiriyor. Hayatın pratik yanı bu noktada da seri davranılmasını buyuruyor. Gel gör ki arkada kalan için bazı soruların aslında yanıtı yok. John Berger’ın yastan geçen hepimize armağanıdır bu satırlar: “Ya giysilerini ne yapacağız? Şu sırada bu soru pek çok evde bir sevgilinin vefatının ardından soruluyor olmalı. Yanıtlar net: kimini aile yakınlarına samimi dostlara ve komşulara teklif eder, yardımsever kuruluşlara bağışlarsın. Birkaç parçayı sevdan hatırına kendine saklarsın. Yanıtlar aşikâr, oysa soru hiçbir yanıta tahammül göstermeyen gizli bir soru işareti gibi ısrarlı.”
Bir de hiç kullanılmayan, aslında umut totemi diye, yakarılarak çağırılan ortak bir gelecek için alınanlar var. Ben babam hastaneden dönecek diye misal ev tipi havalı hasta yatağından almıştım. Yatacak olması umrumda değildi. Direniyordu ve mühim olan evine, köşesine dönmesiydi. Hep uzandığı kanepe olmasın da bu tekerlekli yatak olsun, ne yapalım. Sonra babamın bir kere yatamadığı o yatağa baka baka annemle aylarca yaşamak zorunda kaldık. Ta ki biri ihtiyaç duyana kadar bu yatağa. Derken uzuv gibi birbirine geçmiş o bir zaman çiftlerine olduğu üzere annem de gitmeye karar verdi sanki. Onu hastaneye götürdüğüm gün de eve buzdolabı almıştım. Çünkü hayat durmuyor ve evladiyelik beyaz eşyalar da bozuluyordu. Sırf kapağını bir kez açabilsin diye almıştım hem de. Kapağını açıp içine baktı, beğendi ve öyle gitti dönemediği evinden. Hastane odasında da yine üzerine giyemediği yeni alınmış kabanını bıraktı. Cenazesinde ben giyindim. Bir yandan da aklım buzdolabındaydı. Bir buzdolabından acı çektim.
John Berger’a bunları anlattım usulca çünkü o; insan denen bu harikulade, bu aciz, bu kudretli, bu çaresiz varlığın her halini bilen ve şefkatle kucaklayan asil ruhtu. O da bana eşine aldığı mercekleri anlattı. “Bunları yazdığım masanın üzerindeki bir zarfta gözlüklerin için alınmış iki adet mercek var, yepyeni, doğrudan gözlükçüden gelmiş. Hatırlıyor musun? Sadece sırtüstü yatabiliyordun; morfine rağmen ufacık bir hareket bile son derece ıstırap vericiydi. Gözlüğünü bir takıp bir çıkararak kimi notlar karalıyordun… Gözlük camlarının yakın görüş sağlayan alt yarıları (hipermetrop) biraz yıpranmıştı, o yüzden yenilerini ısmarlasak mı, demiştin. Ben de eski reçetenden sipariş ettim onları, on gün sonra teslim edilmek üzere. Nedeninin bilmiyorum ama adeta bir taahhütte bulunurcasına peşin ödedim parayı. Onları almaya gittiğimde, örtük gözkapaklarını son kez öpmüştüm.”
Ne bu küçücük, incecik kitap bitti, ne yas. Bu baba ve oğlu alıp kendi hayatıma ördüm. Hikâyenin gücü bu değil mi zaten? Birbirinin kalbine dokunmak hiç bilmezken dünya gözüyle varlığını. “Yazmak benim için adeta soyunmakla bir, yalın bir şeye yaklaşması için okuru yönlendirmeye çalışmak. Ve paylaştığımız bu yalınlık umudu birlikte nesnelerin adlarının ardında gizlenenleri görmeye çalışmak istiyorduk, bunu başardığımızda birbirimize kenetlenirdik sıkıca.” diyen bir yazarın emaneti hem de. Onlara minnet duydum, kendi acılarından hepimize tutunacak bir el uzattıkları için. Yüce gönüllülükleri ve iyilikleri için.
Umarım bu yazı da birilerine el verir, güç verir. Bazen şefkat en umulmadık yerden gelir bulur ya hani insanı, öyle olsun. Sözümle sarılıyorum acınıza ve yalnızlığınıza.
—–
Kapak Görseli: John Berger ve Yves Berger