Ölümlü ölümsüz

İnsan hatırladığı için utanır mı? Eğer acında ve yasında yalnız bırakılırsan, içinde bir şeyler kopar gider.

KARİN KARAKAŞLI

09.06.2022

Doğumun, hayatın yanı sıra ölüme doğru bir gerisayımın da başlangıcı olması çok tuhaf, hayli ürpertici bir bilgi. Belki tam da bu irkilticiliğinden ötürü bu temel gerçeği ve tarihin en keskin diyalektiğini unutarak yaşamayı tercih ediyoruz çoğu zaman. Ta ki ölüm kendini hatırlatana kadar.
 
Ölüm inkâr edilemez bir yakınlıktan vurunca öncelikler değişiveriyor. Hayatı tarif etme biçimimiz değişiyor bir anda. Sadece onlar uğruna yaşanılırmış gibi panik hâlinde koşturulan işler bir günden öbürüne boşa düşüyor. Biz hastalık ve ölümün en yakın tanığı olarak bambaşka bir gündemle çevrelenmişken günlük rutin işlerin bir şekilde yokluğumuzda da hallolduğunu görüyoruz şaşkınlıkla. Nekahet ve yas evrelerinde öğrenilen en zorlu derslerden biri dünyanın bizsiz de döndüğü. Kimsenin vazgeçilmez ve boşluğu doldurulmaz olmadığı.
 
Ama hayat bu, küçücük bir anda acının dermanını da sunabiliyor. Hani “Hepimiz ilk öpücük ve ikinci kadeh şaraba kadar ölümlüyüz” demiş ya Eduardo Galeano; aşka, dostluğa ve yaratıcılığa sığınıyoruz biz de. Hayat aksa da sürecek olan bir şeylere.
 
Hikâyesiz hayat yok
Mağara resimlerinden bu yana bir şeyleri anlatmanın derdinde oldu insanlık. Sadece yaşamak yetmedi hiçbir zaman. Unutmaktan korktu bazen, diğer zamanlarda hatırlayarak güç bulmak, deneyimleri sonraki kuşaklara emanet etmek istedi. Kum saati sinsice akadursun, zamandan ve mekândan kurtulmanın yolunu keşfetti sanatla. Hafızanın verdiği ölümsüzlük hissi ve edebiyatın iz bırakma geleneği birbiriyle örtüşen özellikler. Bu anlamda zaten hafızaya kayıtlı her anı aslında hatırlandıkça yeniden yazılan bir hikâye; edebiyatsa gayrıresmi insanlık hafızası son kertede.
 
Ryan O’Connell’a kulak verelim: “Herkesin açıkça unuttuğu şeylerle ilgili yas tutan kişi olmak istemiyorum. Son derece küçük düşürücü bir şey. Hatırlayan insan olmak çok küçük düşürücü.” İnsan hatırladığı için utanır mı? Burada bahsi geçen koca bir isyan aslında. Eğer acında ve yasında yalnız bırakılırsan, içinde bir şeyler kopar gider. O yüzden halkların tarihi açısından da ortak tutulmayan yas kadar yol ayıran bir şey yoktur. Aynı toprak parçasında yaşasan da aidiyet hissini yitirirsin, köklerin oluverirsin.
 
Hayatını ölümün keskin yanına yakın geçirenler, günlük hoyratlıkları çok iyi bilir. Kan akmayan nice cinayet işlenir sözle. Sığınılması hayal edilmiş ev cehenneme döner. Devletlerin güç ve iktidar gösterisine benzer bir tahakküm zulmü yaşanır. Odalarda, sınıflarda, ofislerde, fabrikalarda, atölyelerde, ara sokaklarda, hastane köşelerinde ölümün bu gücü gücüne yetene versiyonu kol gezer. Bazen tek çıkar yolun kaçmaktır. Ölümü göze alarak yaşamak.
 
Sistemde nefes alamamış ve görece güvencesiz bir hayatı, ille de isyanı seçerek yaşayan, 27 yaşında da uçup giden Jim Morrison’ın ölüme dair bunca düşünmüş olması rastlantı olmamalı. “İnsanlar ölümden acıdan daha fazla korkuyor. Ölümden korkmaları tuhaf doğrusu. Hayat, ölümden çok daha fazla can yakıyor. Ölüm ânında, acı son bulur. Evet, sanırım ölüm bir dost sayılabilir” demiş bir keresinde. Tam da yaşarken ölünen anlara istinaden.
 
Büyüten ölüm
II. Dünya Savaşı’na katılan amiral bir babanın oğlu olarak 1943’te Florida’da doğan James Douglas Morrison’ın ölüme dair ilk anısı dört yaşındayken tanık olduğu bir kazaya dayanıyor. Hayat hikâyesini anlatmaya hep bu anıyla başlamış. Ailesiyle birlikte New Mexico otoyolunda giderlerken, kaza sonucu ters dönmüş bir kamyon ve bu kamyondan çevreye saçılmış ölmek üzere olan yaralı Pueblo yerlilerini gördüğü o anla. “Ölümü ilk keşfettiğim an… Ben, annem, babam, büyükannem ve büyükbabam gün batarken çölde ilerliyorduk. Bir kamyon dolusu Kızılderili başka bir kamyona ya da bir şeye çarpmıştı. Kızılderililer bütün ana yola dağılmıştı ve kanlar içinde ölümü bekliyorlardı. Babam ve büyükbabam, arabadan neler olduğuna bakmak için inmişlerdi. Ben daha çocuktum, o yüzden arabada oturup beklemem gerekiyordu. Ben bir şey görmedim. Tek gördüğüm şey garip, kırmızı boya ve yerde yatan insanlardı, ama bir şey olduğuna emindim. Çünkü onların yaydığı dalgaları hissedebiliyordum. Birden yerde yatan insanların da olay hakkında benim bildiğimden daha fazlasını bilmediklerini fark ettim. İşte o an ilk kez korkuyu tattım.” Çok sonraları arkadaşlarına, o gün ölen Kızılderili’nin ruhunun kendisine geçtiğini de söyleyecekti Morrison ve bu aşkın hâli de grubu The Doors’la birlikte şarkılarla ölümsüzleştirecekti.
 
Ölümü, dolayısıyla hayatın bitimli ve kaybedilecek bir şey olduğunu fark ettiğimiz ilk an aslında doğumgünü pastası kesmediğimiz ama kesinlikle büyüdüğümüz bir eşik. Birileri görünmez oluyor. Onlarla paylaşılanlar tekrarlanmaz oluyor. Boşlukla baş başa kalıyorsun. Çocuk olduğun için sana ilk başta ne olduğunu anlatmasalar da herkesten önce kavrıyorsun. Tam da küçük James gibi havada titreşimini hissediyorsun bir şeylerin. Bilinmezliğin.
 
O bilinmezliğin esrarı ömrü boyunca peşini bırakmadı Jim Morrison’ın. Son ânına dair hayali de o esrarın hakkını layıkıyla vermeye dairdi: “Bir uçak kazasında ölmek güzel bir gidiş olurdu. Uykumda, yaşlanınca ya da aşırı doz uyuşturucudan ölmek istemiyorum. Ölümü hissetmek, koklamak, tatmak, duymak istiyorum. Ölüm bize yalnızca bir kez gelecek, bu fırsatı kaçırmak istemem.” Ölüm sebebi her ne kadar yüksek doza bağlı kalp krizi olarak ilan edilse de, ölümü doyasıya yaşadığına inanmak isterim. Ne de olsa grup arkadaşı Ray Manzarek’le paylaştığı dileğini kendi gerçeğine dönüştürmüştü. Ben bir kuyruklu yıldız olmak istiyorum. Herkesin durup baktığı, birbirine gösterdiği bir kuyruklu yıldız. Sonra? Boooooom ve ben yokum. Bir daha hiçbir zaman böyle bir şey görmeyecekler ve beni hiç unutmayacaklar.”
 
Esrik zamanların gizli öznesi müzik hepimize kuyruklu yıldız olma deneyimi bahşediyor. Halen bir kitabın, bir şiirin, bir filmin hikâyesiyle çarpılıp kimi sahnelerin orta yerine ışınlanabiliyoruz. Halen aşka ve hayatın rutininden çalınan kaçak zamanlara sığınabiliyoruz. Eski zaman resimleri, devasa ve incelikli heykelleri, dönemlerin görsel kaydını tutan fotoğraflar gururla eşlik ediyor bize. Faniliğe inat sığınılan limanlardan sonuncusu umutla gelen bu teselli zaten. İyimserlikten değil yaşanmışlıktan damıtıldığı için bu sahici umutla hiçbir zulüm baş çıkamaz ne de olsa kolay kolay. İnsanın en karanlık gecesinden inat niyetine doğmuştur o. Tam da David Budbill’in “Issa’nın İşittiği” şiirinde tarif ettiği gibidir:
 
İki yüz yıl önce Issa
            sabah kuşlarını işitti.
Acı çeken dünya için sutralar söylüyorlardı.
 
Onları bu sabah ben de duydum,
            Bu da demek ki,
 
Her zaman acı çeken bir dünyamız
olacağına göre
hep bir şarkımız da olmalı.
 
Bedenimiz, tenimiz günden güne yaşlanıyor. İç organlarımız usulca bozuluyor. Ama eğer ruhumuza kurmuşsak nirengi noktasını, yaştan bağımsız yaşıyoruz bu hayatı. Ruh bazen gevrek kahkahalar atan bir bebek bazen dünyadan el ayak çektiği yılların sayısını unutmuş bilge bir münzevi. Bazen gün görmüş bir salkımsöğüt bazen ölümün kıyısında uçuşan bir kelebek. Her an ölmeye ve doğmaya eşit mesafede duran, alevlerle yaşayan, küllerinden doğan bir anka kuşu.
 
Kim bilir belki ölümlü olmasak ölümsüzlük de bu denli yakıcı olmayacaktı. Fani ömrümüzün sınırlarından fırladığımız anların kıymetini bilmeyi, bir an için de olsa ölümü alt etmeyi tadamayacaktık. Rüyalarda ölümün ayırdığı canlarımıza kavuştuğumuzda, akla zarar tesadüf ve işaretlerle günlük hayatın orta yerinde onların varlığını iliğimizde hissettiğimizde bir an için burası ve ötesi arasındaki o tül aralanıyor sanki. Anlatamasak da biliyor oluyoruz. Ne tuhaf tam da ölümün kıyısında anlıyoruz yaşamanın anlamını. Ocean Vuong’un güzelim kitabına atfen, “Yeryüzünde bir an için muhteşem oluyoruz…”
 
—–
Kapak Görseli: Paul Brennan (Pixabay)