Operasyon beklerken tasfiye geliyor

Seçimler sonrasında medyanın bir önceki dönemin tehditlerini aşabilmesi için medya içinde bir restorasyon gerekli

CEREN SÖZERİ

19.06.2015

Siyaset ve siyasetçilerle bu kadar içiçe olunca darbe ya da büyük değişimler getiren seçimler sonrasında gazetecileri bekleyen de ya bir soruşturma ya da tasfiye dalgası oluyor. Son dönemde iktidarın öfkesini iliklerinde hissetmiş gazeteciler 7 Haziran sonrasında biraz rahatlamış görünüyorlar, Cumhurbaşkanı’na hakaret davaları da bir bir beraatle sonuçlanıyor. (Tabii, Today's Zaman'ın Genel Yayın Yönetmeni Bülent Keneş'in tam bu dönemde ceza alması beraat kararlarının da seçici olduğu izlenimi yaratıyor.)
Ne olursa olsun tehlike geçmiş değil. Bir kez daha aynı tehditlere maruz kalmamak için bu süreci iyi değerlendirmek, medya için de bir restorasyon süreci başlatmak gerek.

Medyanın makus talihi… Örneğin 1960 Darbesi’nin ardından gazetecilerin desteklediği Milli Birlik Komitesi’nin gazetecilerin çalışma koşullarını iyileştiren düzenlemelerin ardından (212 sayılı Kanun) ilk icraatı Aziz Nesin ve İhsan Ada’yı tutuklamak olmuştu, sonrası da geldi. Her darbe döneminde gazetecilere uygulanan baskılar daha da arttı. 80 Darbesi sonrasında sahiplik ve sektörün yapısındaki değişimlerle gazetecilik başka bir alana kaydı. Gazetecilik yapmak isteyenlerin başına gelenler değişmedi, sadece artık kovulmamak için patronlarının yatırımlarını da göz önünde tutmaları gerekliliği eklendi. Sistem 2001’de çöktü, AKP iktidara geldiği dönemde basın özgürlüğünü de kapsayan reformlarla umut verdi ama kısa süre sonra Erdoğan meydanlarda isim isim gazetecileri hedef aldı, medyaya baskı giderek arttı. Gezi süreci ve sonrasında pek çok gazeteci işini kaybetti.

Bugün geldiğimiz noktada en ufak bir eleştiri Cumhurbaşkanı’na hakaret kapsamına alınıp dava konusu haline geldi. Savcı Mehmet Selim Kiraz’ın öldürülmesinin ardından önce Başbakan Davutoğlu medyaya akreditasyon uygulanması emri verip “herkes söylediği söze dikkat edecek” dedi. Ardından Cumhurbaşkanı Erdoğan 10 Nisan’da Polis Teşkilatı’nın Kuruluş Yıldönümü’nde yaptığı konuşmada seçimden sonra “bu konuda somut ilerlemeler beklediğini” ifade etti.

Cumhuriyet gazetesinin MİT tırlarıyla silah taşındığını gösteren haberinin ardından ise yine Erdoğan, önce katıldığı televizyon programında gazetenin genel yayın yönetmeni Can Dündar’ı "bu haberi yapan kişi bunun bedelini ağır ödeyecek öyle bırakmam onu" diyerek tehdit etti, soruşturma talimatı verdi ardından kendisi de dava açtı. Hepimizin bildiği üzere medya bu seçime AKP’nin gücünü koruması halinde operasyonların geleceği, Cemaat’e ait medya kuruluşlarına el konacağı korkusuyla girdi. Hükümete yakın medya kuruluşlarında çalışan meslektaşları ise isim listeleri yayınlayarak bu korkuyu körükledi.
 
Kötü gazeteciliğin hesabı kime verilecek?

Seçim bitti, AKP’nin tek başına iktidar olma şansı kalmayınca medyaya yönelik kapsamlı bir operasyona ilişkin söylentiler duruldu ve yerini hükümete yakın medya kuruluşlarında çalışanların bazılarının tasfiye edileceği söylentilerine bıraktı. Hatta işte çıkarmalar başladı. İktidarın uyguladığı baskılara dezenformasyonla ve meslektaşlarını hedef göstererek destek verenlerin bugün mesleki dayanışma beklemelerinin anlamı yok. Suç kapsamına girebilecek “kışkırtmalar” dışında bu yapılanların hesabının verileceği bir özdenetim mekanizması da yok. Zaten söylentiler tasfiye nedenlerinin kurum içi bazı yolsuzluk ya da başarısızlıklarla ilişkili olduğuna işaret ediyor.

Tasfiye konusu gündeme gelince alınan maaşlar, kullanılan krediler kısacası birden bire zengin olan gazeteciler konusu da açıldı. Bu yeni bir konu değil elbet. Daha geçenlerde Persona Non Grata belgeselinin ardından medya yöneticilerinin ve köşe yazarların almış olduğu maaşlar, sözleşme gereği sahip oldukları villalar gündeme gelmiş, hatta Fatih Altaylı’nın T24’ten Hazal Özvarış’a verdiği söyleşide 30-40 bin civarı maaş aldığını söylemesi, aradaki 10 bin liralık farkı önemsememesi epey eleştiri konusu olmuştu. Altaylı kendilerine verilen bu yüksek maaşları “yarısı hayatımızın içine sıçılmasının karşılığı” diyerek meşrulaştırmıştı. Hiç öyle değil, medya da dahil olmak üzere pek çok sektörde insanlar çok zor koşullarda çalışıyor ama patronlar kimseye hayatını mahvettiği için o paraları ödemiyor.

Üstelik medyayı bu anlamda başka sektörlerle kıyaslamak da anlamsız, çünkü patron yöneticisine şirketi iyi yönettiği ve kâra geçirdiği için o kadar yüksek paralar ödüyor, medyada pek çok kuruluş zarar ettiğine göre bu neyin ödülü? Bu maaşlar medya yöneticilerinin patronlarının başka alanlardaki yatırımlarını korumalarının, siyasetçilerle arasını iyi tutmalarının karşılığı. Pek çok gazeteci bilir ki ana akım medyada yükselmek patronunun mevcut ve potansiyel yatırımlarını, iş ilişkilerini ve siyasi pozisyonunu bilmek ve yayın politikasını buna göre şekillendirmeyi gerektirir. İyi habercilik, daha çok okunma – izlenme bundan sonra gelir, hatta patronun çıkarlarına tersse bundan da çok kolay vazgeçilir. Durum böyleyken hep olduğu gibi pozisyon değişince bazı yöneticilere ya da yazarlara ihtiyaç kalmayacak ya da başarısızlığın faturası onlara kesilecek. Diğer taraftan bu tasfiyeler yalnızca propagandayı bizzat yürüten yöneticiler ve yazarlarla da sınırlı kalmayacak, araçsal işlevini yitiren gazete ve televizyonların sahipleri, en azından maliyeti düşürmek için, pek çok muhabir ve editörün de işine son verecek. Medyada yeni bir kırılma ve kutuplaşma yaşanacak.

Bu yazının derdi bu süreçte dezenformasyona, kışkırtmalara alet olan gazetecileri aklamak ya da korumak değil elbette, gazetecileri siyasetçilerin, danışmanların ‘seçici’ korumasından kurtaracak, kendi kendilerini denetleyecek çözümleri tartışmaya açmak. Eğer basın özgürlüğünün önündeki engeller kalkmazsa ve gazeteciler editöryel bağımsızlıkları için mücadele etmezlerse kim olursa olsun yeni iktidarla yine benzer sorunlar yaşanacak. Çünkü biliyoruz ki medyanın görevi iktidarı denetlemektir ve hiçbir iktidar görevini yapan medyayı sevmez.