Ortalama seçmeni ararken

Muhteşem Altılı’nın bir zahmet şekillendiremediği politikaları arayıp bulmaya çalışacağım, değerli okurlar. Önce ortalama seçmene ulaşacağım.

ÜMİT KIVANÇ

16.04.2022

Durumumuz aşağı yukarı şöyle: Çoğunluğumuzun memnun olmadığı bir iktidar, çoğunluğu temsil edip etmediği belirsiz bir muhalefet var. Muhalefet, zoru başararak biraraya geldi. Ama hepsi değil. Hepsi gelmedi. Kimi gelmedi, kiminin de yüzüne kapı kapatıldı. Şimdi herkesin merak ettiği, muhalefetin cumhurbaşkanı adayı kim olacak? Şu olursa şöyle olur, olmazsa böyle olur, şunun şu açıdan kazanma şansı yok, şununsa, şöyle şöyle takdim edilirse… Mesnetsiz gerekçelendirmede yüksek atlama rekorları kırılıyor. Sahici gelişmelerden pek kimsenin haberi yok, bunlar yerine, “Meral Hanım şöyle düşünmüş olmalı”larla “Kemal Bey herhalde şunu hesaplıyor”larla derin tahliller yapılıyor, TV’lerde tarım tartışan hukukçular siyasî açmazları açacak anahtarları sunuyorlar.

 

Bildiğimiz kadarıyla, muhalefetin şu âna kadar üzerinde anlaştığı bellibaşlı noktaları hatırlayalım. Yalnız bunlar geçen sürede noktalıktan uzaklaşıp boy atmış, çizgileşmiş olabilirler. Bu ihtimali de ihmal etmeyelim. Belki bazıları ileride kırmızıya bile boyanabilir, Allah göstermesin.

 

Nokta dedik bir defa, nokta kabul edelim. Muhalefetin kırmızı noktaları. 800’lü “Alo Hatları” devrini yaşamış olanlar yerlerinde kıpırdanmışlardır. Ama affetsinler, muhalefetin kırmızı noktalarından biri sahiden de ağır müstehcen. Filanca ülkede… diyelim, filanca diye girince daha serbest konuşuluyor, filanca ülkede iktidarın oyu % 40 civarında, muhalefetinki de öyle, bir de normal şartlarda muhalefetle birlikte davranacak ve bu oyu ferah ferah % 50’nin üzerine çıkaracak parti var. Bu durumda ne olur, aklını bedeninin başka yerine saklamayan insanların yaşadığı yerlerde? Muhalefet koalisyonu, üçüncü –belki hatta ikinci– en güçlü muhalif partiyi de arasına alır, seçimi kazanır. Güçlendirilmiş parlamenter sisteme mi dönecek, belediyelere fazladan otobüs mü alacak, iktidarın büyük ortağının ihale, küçük ortağının işkence tekelini mi kıracak, her ne yapacaksa yapmanın koşullarını yaratmaya koyulur.

 

Ama hayır! Bizde bu olamıyor. Niye? Çünkü “HDP ile aynı masada oturmayız!” Niye oturulmuyormuş? Çünkü onlar… Evet? Çünkü onlar ne? Terörist mi? O halde nasıl parti kurup seçime katılıyor, Meclis’e girebiliyorlar? Ya “düz ova” meselleri, masalları ne oldu? Kâğıt yokluğundan mı basılamıyor? Peki aranızda eli tertemiz kim var?

 

Lütfen 2015 seçimlerinden sonra olanları –yapılanları– hatırlayalım. İktidar devrilmişti. Basbayağı. Kendini muhalif sayan politika erbâbı eğer HDP’nin meşruiyetini tastamam tanıyarak, elbette ucu “silahların susturulması”na çıkacak yolun taşlarını döşeyerek, halkı ikna etmek için propagandasını da yaparak bu partiyle birlikte davransa ne olurdu? Sadece sormuyorum: Ne olurdu? “PKK Meclis’te!” yavesiyle tertiplenen türlü rezaletin kanlı sonuçlarını onyıllarca yaşadık. Yenilerine de 2015’teki yakma yıkma kahretme operasyonları zemin hazırladı. O seçimden önce de HDP teşkilatlarına yapılmayan saldırı kalmamıştı (iki yüzden fazla), sonrasında dışlama kategorikleştirildi. Seçimlerde % 10-13 oy alabilen HDP’nin yok sayılması meşrulaştırıldı. O halde muhalefet partilerine sormamız gerekiyor: Siz Türkiye’nin en hayatî –çünkü ölümcül, kanlı– meselesinde barışçıl herhangi bir çözüm düşünüyor musunuz? İstiyor musunuz? Şayet istiyorsanız bunun için gerekli süreç, kiminle görüşerek, esas “ora”dan kiminle birlikte, nasıl yürütülecek?

 

Bu soruları sormanın sekiz-on durak yakınında bile değiliz.

 

Fakat işte böyle durakta beklerken kendime sordum ki, koskoca siyasetçilerin hepsininki yanlış, benim fikrim mi doğru? Olmaz herhalde, deyip kendime baş salladım. Zor oldu ama becerdim. O halde, dedim, onların öncüllerinden, kabullerinden, inkârlarından hareketle, bundan sonra atılacak adımları ve özellikle şu mâhut aday meselesini tasarlamaya çabalayayım.

 

İlk iş, “ortalama seçmen”e ulaşmam gerekiyordu, tahmin edeceğiniz üzere. Her şey ona göre ayarlanıyor. Belirli yaşa kadar sandığım gibi, bunun tek kişi olmadığını artık biliyorum. Epeyce var bunlardan. Hemen Bekir Ağırdır ile Özer Sencar’ı ayrı ayrı aradım, “Ortalama seçmeni nerede bulurum?” diye sordum. Belli ki nazik insanlar, çaktırmamaya çalıştılar, ama yüzlerine yerleşen, jestlerinden yayılan “çattık!” havasını seçmemek imkânsızdı. Çaresizce birbirlerine baktılar. Şimdi, dikkatli okurun gözünden kaçmamıştır, “Ayrı ayrı aradıysan nasıl birbirlerine baktılar?” diye soran olacaktır. Ben bunu metnimin arasına büyük anlatıyı kırmak ve gerçeğin yansıtılmasında bütünlük zorlayıcılığından kurtulma sürecindeki iç çelişkiyi hatırlatmak, böylece metne post-modern hava vermek için kattım. Yani sanatçının önceki eserleriyle bağlam içerisinde ele almadan eleştirmeniz ayıp.

 

Devam edeyim. Kamuoyu araştırmaları yöneten iki bay, –mâlûm bakışmadan sonra– harfiyen aynı cevabı verdiler: “Yok öyle biri!” Nasıl yani? “Demek bizi kandırdınız!” dedim, ağlamaklı. İşte, yok yani, öyle değil de böyle de, bir sürü bahane öne sürdüler. Açıkçası dinlemedim. Peki o halde, dedim, Deva mı Gelecek mi diye tartarken, partisinde kalabilecek kararsız AKP seçmeni nerededir? Özer Bey’in yine bilgi vermeye niyeti yoktu, ama Ağırdır, yüz yüze tanışıklığımıza binaen sanırım, cevap verdi: “KMK’ya git, üst kata onlar takılıyor,” dedi. KMK ne? İkisi de yüzlerini ekşittiler (ayrı ayrı): “Bir de gazeteci olacaksınız!” küçümsemesini hemen sezdim. “Ne sanıyorsunuz?” diye çıkıştım açık açık. “Rus tanklarının bir depo benzinle ne kadar ileri gidebildiğini falan ezberliyoruz biz burada!” KMK, Kararsız MHP’liler Kahvesi’ymiş. Gittim. Giriş katında kimseyle muhatap olmadan, kurt işareti yapmış üniformalı asker fotoğraflarıyla bezeli Kan Değmiş Kurt Dişi heykelinin yanından usulca süzülüp merdivene ulaştım. Üst katta sahiden kararsız bir kalabalığın toplandığı anlaşılıyordu. Kimse çayını bitirmemiş, bütün çaylar buz gibi olmuştu. Okeyler yarım, taşlar dağınık, iskambiller desen, valesi, papazı yerinde, ama kızların üzerine kâğıt yapıştırılıp “Karo kızı” falan yazılmış halde, orada burada.

 

En çok tuhafıma giden, bütün yeşil stor perdelerin yarıya kadar indirilmiş oluşuydu. Sordum. “Neme lazım,” dediler. Kurcalayınca çıtlattılar: perdeleri açarlarsa ikbali dışarıda arayacaklarına, partiden ayrılacaklarına yorulabilir, kapatırlarsa, bunlar çantada keklik, derler, zırnık koklatmazlarmış. Yahu yapmayın, kim diyecek öyle şey, dememe kalmadan, biri, kararlı fakat nazikçe söze girdi: “Bakın, siz memleketine yabancı, örf ve âdetlerimizi, yerli-millî değerlerimizi tanımayan bir solcu aydınsınız, bilmezsiniz…” Şaşkınlığımı gizlemeye fırsat bulamadan, “Estağfurullah” çıktı ağzımdan. Etrafımıza toplaşmış kalabalık fısıltıyla “estağfurullah, estağfurullah” diye tekrarladı. Nazik adam devam etti: “Meselâ siz şunu da bilmezsiniz: Trump Amerikalıları Müslüman yapacaktı. Tayyip Bey’e fikir danıştı. O da, hepsi birden olmasınlar, gelsinler, Türkiye’de grup grup, hem sünnetlerini yapalım hem de…”

 

Birden saatime baktım, “Eyvah!” diye yerimde zıpladım. Çünkü az önce biri “isminizi lütfeder misiniz” kanalından girmiş, “Şimdi bak, Ümit Bey kardeşim…” makâmına atlayıvermişti. Şüphe yoktu: ya hiç işime yaramayan bir şey satacak ya da yapılmamış tamiratı yapılmış göstermeye çalışacaktı. Duymazlıktan geldim. Binbir nezaketle özürler dileyerek aşağıya inmek üzere merdivene yöneldiğimde nazik hatip, “Peki, biliyor musunuz,” diye seslendi, “neden olmadı o iş?” Hangi iş? Yarabbi! Bir şey satın almamış, usta falan çağırmamıştım ki! Geri dönmüş anlamaz anlamaz bakarak bir yandan merdivene yaklaşmayı, ortamdan uzaklaşmayı sürdürdüm. Suratımdan okunan soruya zaten hazır adam hemen cevap verdi: “Trump’ın projesi.” Artık dayanamadım: “Niye olmamış?” Adam başını en yavan dizide bile kurguda en az dörtte üçü kesilip atılacak uzunlukta salladı, içinden “yaa…” dediği anlaşılıyordu. “O yedi Yahudi ailesi var ya,” dedi. “Söylüyoruz, ama oralı olmuyorsunuz.” Bu aileler bu semtte bayağı meşhurdu. “Onlar engel oldu.” Sohbetin başında, memleketimizdeki demokrasi ve hukuk eksikliğinden, insan haysiyetine değer verilmemesinden yakınmıştık beraber.

 

Çıktım, kendimi sevgilisine koşan yirmi yaşındaki delikanlı hızıyla beş-on cadde-sokak öteye attım. Ceylan derili antika Tevrat mı alsam, portakal suyu mu içsem, diye dolaşırken ne göreyim: AEK tabelası! İstanbul’dan giden-kovulan Rumların Atina’da kurduğu kulüp. Üstelik sarı-siyah. Hemen girip duvarlarda AEK ile, İstanbul Rumlarıyla ilgili bir şeyler aramaya koyuldum. Bulamadım. Garsona el ettim, o da karşı el hareketi yaptı “bir dakika, öyle çağırınca yanında bitecek değiliz” anlamında. Çay söylemeyi başardım, oğlan kenarına papatya iliştirilmiş kahve fincanı üzerinde ufak çay bardağıyla içeceğimi getirdi. AEK’yı sordum. Afalladı: “Ne alâkası var abi?” Kemküm ederek kısa izahat basamağını geçtiğimde, oğlan tekrar eski özgüvenli havasına büründü, “Abi, burası Anti-Emperyalistler Kahvesi,” dedi. “Ha, yahu, hakikaten…” diye ağzımda geveledim bir şeyler. “Hem,” dedi oğlan, “yurdumuz emperyalizmin kuşatması altındayken o dediklerin fantezi be abi.” Ben çıkarken kapıdaydı, “Abi, sen hem hiç sınıfsal bakmıyorsun meselelere,” dedi. “Nereden anladın şu kadarcık…” Lafımı bitirmeme izin vermedi, “Anlarım ben,” dedi. Ben aynı takmazlıkla sordum: “Peki sarı-siyah ne iş?” Gülümsedi: “O boyalar vardı geldiğimizde.”

 

Peki çıkar çıkmaz ne oldu? Bir Ermeni arkadaşıma rastladım! “Teker teker gelin!” dedim yalvarır havada. Adam sordu tabiî, ne oldu diye. “Yok bişey ya,” dedim omuz silkerek –bu hareketi sosyal medyadan öğrendim. Kısacık düşünme ânımda, ikimizin hop diye uzaklara sıçramasını sağlayacak elastik topu tasarlayıverdim: “Bu kamuoyu araştırma şirketleri bizi hep yanıltıyor ya…” Nereden çıktı lan bu şimdi, diyemedi bile; beni süzdü, “Gel sana bir kahve ısmarlayayım,” dedi.

 

Dördünün toplamından fazla oyu bulunan partiyi dışlayarak seçim kazanmak için debelenen Muhteşem Altılı’nın kendisinin bir zahmet şekillendiremediği politikaları arayıp bulmaya çalışacağım, değerli okurlar. Bunun için ortalama seçmenin Insta’sı, Facebook’u, WhatsApp’ı, nesi varsa bulup önce ona ulaşacağım.

—–
Kapak görseli: Sascha Donelasci (Pixabay)