Özgürlükçü Demokrasi, Welat ve “sesi duyulmayanların dili”
Kürt basınına yönelik olağanlaştırılan baskılar, iktidarın kontrolü dışında kalan basını da beraberinde sürükleyebilir
03.04.2018
Olağanlaştırmak, bir nevî duygusuzluğun da başlangıcı. 1990 yılında kurulan ve sadece 9 sayı yayımlanan haftalık Halk Gerçeği gazetesinden tutun, 2007’de iki aylık yayın hayatı süresince 100 kadar soruşturmaya maruz kalan Toplumsal Demokrasi gazetesine, yayımlandığı süreden daha uzun bir süre yayını durdurulan Alternatif gazetesi ve daha nicelerine kadar… Kürt basınının emektar isimlerinden ve deneyimleriyle ilgili pek çok kitap kaleme alan Hüseyin Aykol’un Ayrıntı dergisinde yayımlanan “Özgür Basın Geleneği” makalesinde kısa bir özetini geçtiği üzere, Kürt basının tarihi baskılarla, soruşturmalarla, cezalarla dolu.
Türkiye’de özgürlükler konusunda kapkara bir dönemden geçiyoruz ve her geçen gün üzerimize yapışan zift gibi karanlık bir ton daha koyu bir hâl alıyor. Özgürlükçü Demokrasi’ne el konulması ve Welat’ın basılamamasıyla da bu karanlıkta zar zor yanabilen iki ışık daha söndü.
Kürt basını bu topraklarda hep paryaydı. Her iki gazete de Özgür Gündem / Özgür Ülke ve Azadiya Welat günlerinden bu yana baskı gören, defalarca toplatılan, saldırıya uğrayan ve nihayetinde OHÂL sonrası kapatılan, çalışanlarının onlarca davayla boğuştuğu mecralar. Ancak Özgürlükçü Demokrasi’ye TMSF tarafından el konulması, matbaasının polis tarafından basılarak gazeteyle hiçbir ilgisi olmayan matbaa emekçilerinin gözaltına alınıp terör suçlarıyla karşı karşıya bırakılması, bunun sonucunda da Welat’ın basacak matbaa bulamaması bu iki gazetenin geleneğiyle sınırlı bir susturma girişimi değil. Geçiştirilebilecek bir durum da değil.
Hatırlayalım, Zaman ve Bugün gazetelerine önce kayyum atanmıştı, aylar sonra TMSF’ye devredilmişti. Ancak o dönemde henüz OHÂL ilan edilmemişti, dolayısıyla henüz kurumlar KHK’le kapatılmıyor, belediyelerle KHK’lerle kayyum yerleştirilmiyordu. Peki, şimdi KHK ile kapatma yoluyla işlem yapılabilecekken neden Özgürlükçü Demokrasi’ye hukukî arka planı belirsiz bir şekilde, doğrudan TMSF tarafından el konuldu? Üstelik gazeteyle doğrudan herhangi bir ilgileri olmadığı açık olan matbaa çalışanları gözaltına alınarak?
Bir neden öne sürmekten ziyade bunun en azından sonucunu değerlendirmek mümkün. Daha önce “bir gazetenin kapatılması tek bir KHK’ye bakar” diyorduk. Bir hukuksuzluk deryası olabilirler, ama KHK’ler en azından iktidarı doğrudan bağlayan kararlar ve öngörülebilir bir usûle tabiler. Kararın alındığı adres, muhatabı belli. Bu hasbelkader el koymalar, soruşturmalar, baskınlar ise son derece korkutucu, zira kestirmenin imkânı yok. İktidarın taşeronu hâline gelen emniyet ve yargı böylece KHK ile doğrudan bir yasaklamaya gidilmeden hedef tahtasındaki basın kuruluşlarının, derneklerin kapatılmasını tez elden sağlayabilir. Ayrıca, tıpkı tutuklu gazeteciler ve hak savunucuları örneğinde olduğu gibi iktidar yine “haklarında soruşturma var, yargı gerekli kararı verecektir” söylemine sığınabilir.
Artık hangi muhalif basın kuruluşu, ertesi gün herhangi bir bahaneyle gazetelerine, televizyonlarına ya da internet sitelerine el konulamayacağını garanti edebilir? Sadece basın kuruluşları mı? Hangi dernek, STK, hangi parti, sendika, meslek örgütü diken üstünde olmadığını savunabilir? Buna paryalığa itilenler ve bu durumu benimsemek zorunda kalanlar değil, kendini bu ülkenin egemen hukuk ve kültürünün bir parçası olarak görenler de dâhil. Küçücük bir hukuki belirlilik — bunun OHÂL hukuksuzluğunun altında adı KHK bile olsa — kalmışsa, o da paramparça edildi. Öte yandan, matbaalara verilen bu gözdağından dağıtımcılar da azade olmayacaktır. YAYSAT’ın Demirören’e geçmesiyle birlikte Cumhuriyet, BirGün ve Sözcü gibi gazeteleri dağıtıp dağıtmayacağı sorusu şimdi daha da somut bir boyut kazandı.
1960’lı yıllarda Amerika’da gettolarda ayaklanmaların patlak vermesiyle ülkedeki beyazlar ırkçılık sorunuyla yüz yüze gelmişlerdi. Dönemin egemen Amerikan basını tüm gözlerini o her daim yatıştırıcı ve özenli üslubuyla suçluluk duygularını azaltacak açıklamalar yapması için Martin Luther King’e çevirmişti. King, katledilmeden yaklaşık üç hafta önce yaptığı konuşmasında, sadece ayaklanmaları değil ayaklanmalara yol açan koşulları da kınamak zorunda olduğu söylemişti. “İsyan, sesi duyulmayanların dilidir” demiş ve eklemişti: “Amerika özgürlük ve adalet sözlerinin karşılanmadığını, beyazların oluşturduğu toplumun çoğunlukla adalet ve insanlıktan ziyade kendi rahatlıkları ve statükoyla ilgili olduklarını duyamamıştır.”
Özgürlükçü Demokrasi ve Welat da, özgür basın geleneği de duyulmayanların, duyulmak istenmeyenlerini dilini temsil ediyor. Egemen medyanın haberciliğine, İstanbul basınının dayattığı hakikate karşı kararlı bir başkaldırı, bir itiraz oldular hep. Kürtlere yönelik özgürlük ve adalet sözlerinin karşılanmadığını söyledikleri için baskı gördüler yıllarca. Türk basını, Kürtlere özgürce kendilerini ifade edebilecekleri ve — daha da önemlisi — resmî gerçekleri sorgulatacak bir habercilik imkânı tanınmasını umursamadığı için bu baskılar büyük infiallere yol açmadı. Ancak ilk kez Kürt basınına yönelik o olağanlaştırılan baskılar, iktidarın kontrolü dışında kalan basını da beraberinde sürükleyebilir.
Peki, nedir duyulmak istenmeyenler? Özgürlükçü Demokrasi’ye karşı hazırlanan soruşturma dosyasına girdiği söylenen haberlerden anlaşıldığı üzere, Afrin’de olup bitenler. Şarkıcısıyla, çalgıcısıyla, futbolcusuyla Pazar günü sınırda yapılan sürreel PR çalışması da iktidarın harekâtı gövde gösterisine dönüştürmeye kararlı olduğunu gösteriyor. 16 Boğaziçi Üniversitesi öğrencisinin sadece ahlakî tepkileri nedeniyle günlerce özgürlüklerinden mahrum olmasına ve dokuzunun tutuklanmasına karşı çıkan sesler o kadar cılız ki! Habertürk’te Veyis Ateş’in röportajı ÖSO’nun tecavüz gibi çok ciddi suçlar işlediğini ortaya çıkarırken bunun ciddi bir tepkiye yol açmamış olması ayrı bir ibretlik.
Afrin harekâtının tahribatları böylece peyderpey ortaya çıkıyor. CHP ve Sözcü gibi kendini muhalif olarak sınıflandıran basının bir kısmı, harekâtı destekleyerek yakın gelecekteki yepyeni baskıların sorumluluğunda pay sahibi oldu. Özgürlükçü Demokrasi ve Welat’ın susturulmasıyla seçim öncesinde meşru itiraz alanlarını yok etmeye yönelik bir adım daha atıldı. Yıllardır belirli bir gazeteci profilinin savunduğu gibi bazı devlet politikalarının eleştirilmemesi kaydıyla belli başlı konular üzerinden muhalefet yapılabileceği illüzyonu ortadan kalktı artık. Devlet gerçeklerinin sorgulanmadığı Kürt siyasetinden kaynaklı baskılar herkesin aleyhine kullanılabilir. Afrin harekâtı boyunca iktidarın söylemini olduğu gibi yansıtarak işbirliğinden kusur etmeyen Doğan Medya da bunların başında geliyor.
Nitekim “diplomat gazeteci” profilinin alamet-i fârikası, kısmen Radikal’i tenzih edersek, Doğan Grubu’ydu. Ulus Baker’in 1995’te Birikim için kaleme aldığı “Medyaya Nasıl Direnilir” yazısında betimlediği “özel uysallığın” vücut bulduğu yerdi. Yine de gazetecilik açısından ehven-i şerdi bir bakıma, çıkarlar kadar habercilik de söz sahibi olabiliyordu. 90’lı yılların medya sermayesi kültürünün son temsilcisi olarak, Doğanlar medya sahipliğinin saygınlığına da düşkündü. İktidar medyasının aksine, grup bünyesinde çalışan gazeteciler saygınlık kaygısı nedeniyle gündeme yansıyan haberleri en azından yayınlardı. Son dönemlerde giderek azalan dozda, kimi zaman satır aralarında gizli de olsa, eleştirel haberlerin büyük kitlelere ulaşabilmesi ve yankı uyandırmasını sağlıyordu (Baskılarla beraber ilk vazgeçilenin de gazeteciliğin en özenle yapıldığı Radikal olması tesadüf değil). Herhalde Aydın Doğan bile medyadan elini çektiği gün arkasından bu kadar ağıt yakılacağını düşünmemiştir — bu bile tek başına bu dönem hakkında çok şey anlatıyor.
Ancak Doğan Grubu ve bünyesindeki gazeteciler belki bu tabu konularda devletle işbirliği yapmak sûretiyle kuşatma hâlinin en azından biraz gevşeyerek devam edebileceğini umuyordu. Umdukları gibi olmadı: Akademi ve yargının ardından sıra medyaya ve kendilerine geldi.
Özgürlük alanların kuşatıldığı değil, resmen işgal altına alındığı bir süreçten geçiyoruz. Hakkında onlarca dava olmasına rağmen, dağıtımcıların sürekli gözaltına alınmasına rağmen Özgürlükçü Demokrasi’ne kayyum atanması, Boğaziçili üniversite öğrencilerinin tutuklanması ve belki de okuma haklarının ellerinden alınmasının yaratacağı iklim gerçeklerden daha da mahrum olmamıza neden olacak. Duyulmayanların diline kulak kabartmamak ve itiraz etmekte seçicilik gibi bir lüksümüz yok.