Pandora’nın kutusu

Bir gece ansızın açıverdik Pandora’nın kutusunu…

SEZİN ÖNEY

23.01.2018

Çok klasik bir hikâyedir: sıcak evlerinde oturup savaş hezeyanı yaşayanlara karşılık, yaşamın kutsallığına inananlar ve insan hayatına değer verenler "buzdan bir elin" yüreklerini sıktığını hissederler ve savaşa karşı çıkarlar. Savaşa karşı çıkanlar da, "vatan haini" ilan edilir. Sonra, savaşın felaketi yaşandıktan sonra, aslında barışı destekleyenlerin haklı olduğu görülür. Tarih, sadece ve sadece bu örneklerle dolu…

Şaştığım tek bir şey var: 15 Mart 2011'den beri süregelen Suriye Savaşı, ne ülke, ne toplum, ne siyasetçiler olarak bize bir şey anlatmış, bir ders olabilmiş. Yedi yıldır yanıbaşımızda, bir ülkeyi paramparça etmiş bu savaştan hiçbir şey anlamamışız. Yokmuş, hiç olmamış gibi yapmışız. Zira, ufacık bir şey anlamış olsaydık; küllenmeye başlayan bu savaşın altını harlamaya girişmezdik Türkiye olarak… "Yanı başımızda terör koridoru oluşmasına izin mi verecektik" olacak basmakalıp cevap: bu hatalar, yanlış anlamalar ve anlamazlığa gelmeler manzumesinin neresini ele alalım ki… "Kürt Meselesi bitti" denmişti; gerçekten de bitmiş gibi yapılınca, bitmiyor sorunlar. Sorunlar inkâr edildikçe, kendilerini farklı biçimde ifade etmeye, farklı biçimlerde karşımıza çıkmaya devam ediyorlar.

Ancak, kolay yolları tercih ediyoruz Türkiye toplumu olarak hep… Nedir bu kolaycı yanımız bilemiyorum: elini taşın altına sokup da sorunları çözmeyi seven bir toplum değiliz. Daha ziyade, "ateş düştüğü yeri yakar"; "ateş benim başıma düşmüyorsa, sorun da yok" toplumuyuz.

Çok hayretle karşılıyorum: özellikle de, Kurtuluş Savaşı mirasına sahip çıkan ve Atatürkçü olduğunu düşünenlerin savaşı desteklemesine çok şaşıyorum. Acaba, Kurtuluş Savaşı'nı hiç mi araştırmamışlar, tarihini hiç mi okumamışlar? Mustafa Kemal Atatürk ve kuşağı savaşı bilfiil yaşamış nesiller olarak, savaşı "artık uzakta" tutmaya niyetli kuşaklardı.

Rahat battı herhâlde bize ülke olarak. İkinci Dünya Savaşı, Avrupa ülkelerine, kendi aralarında savaşmama dersini son kez ve nihaî olarak verdi. Bu amaçtan doğan Avrupa Birliği, birçok alanda hayalkırıklığı yaratmış olabilir ama en azından "savaşsızlık " idealini, kendi sınırı içerisinde tutturdu.

"Kurtuluş Savaşı"ndan beri, büyük savaş görmedi Türkiye'nin önemli bir kısmı. Ve şimdi de, savaş tanıklığını bizzat yaşamayan kesim ve coğrafyası yani Batı kesimlerinde, savaşa daha çok destek var gibi gözüküyor-ilk tepkilere göre.
Türkiye'nin; yani, Türkiye'nin son 85 yılı savaşsız geçirmiş coğrafyası, savaşın daha bir heveslisi sanki.  

Ya Türkiye'nin İran-Irak-Suriye sınırı? 1980-88 arası İran-Irak Savaşı'na, 1986-88'de Saddam'ın El-Enfal Harekatı'na ve Halepçe Katliamı'na, 1990-91'de Körfez Savaşı'na, 1990'lardan itibaren Türkiye'nin "düşük yoğunluklu savaşına", 2003-11 arası Irak Savaşı'na ve 2001'den bu yana da, Suriye Savaşı'na, 2015'ten bu yana bazı şehir merkezlerinin dümdüz eden çatışmalara "ev sahipliği" ve komşuluk yapan kesim ve coğrafyası; ya onlar ne düşünüyor?

Onlar şimdi de yeni bir savaşa komşuluk yapmasını istiyor-bunu da "millî mesele" olarak niteliyor mı?

Evrensel gazetesi, "bölgede" muhabirlerini bir nabız yoklamaya yollamış. Türkiye'nin en büyük gazetelerinin bile, Kilis'e düşen füzeleri, yabancı haber ajanslarından alıntılayarak verdiği ortamdayız. Evrensel, bu ortamda, kendi ülkesi içinde ve kaynaklarına dayanan bir gazetecilik çalışmasına imza atmış yani. "Bölge halkı Afrin'e yönelik operasyona karşı" başlıklı haberden alıntılayalım aynen:  

"Antep, Diyarbakır, Şırnak,  Malatya, Elazığ ve Urfa’da yurttaşlardan tepki geldi. ‘Bu savaş Türkiye’yi batağa çekmektir. Biz akrabayız hep, kiminle savaşıyoruz. Kimin savaşı’ diye soran yurttaşlar, ‘Savaşa evet denir mi hiç? Savaşı desteklemek olur mu? Tabii ki karşıyız. Seni, beni yok ki, insanlar ölüyor savaşlarda. Savaş kimseye kazandırmaz insanların ölmesine taraftar olamayız’ dedi."

Bir okuyun bu haberi…

Bölge halkının her türlü sebeple, yakından tanıdığı bir olgu olan savaşa karşı olması şaşırtıcı olmaz. Dünyanın her yerinde, savaşa en çok tanık olanlar, savaşa en çok karşı olanlardır: Sadece Kolombiya örneğini anımsayalım. 2016'daki barış referandumunda, en yüksek oranda barışa destek verenler, çatışma bölgelerinde yaşayanlardı.

Afrin ile başlayan savaş, bir "Kızılelma" meselesi olarak, Ankara'nın sürdürebildiği kadar sürdüreceği bir çatışma olacağa benziyor. Yani, uluslararası konjoktür ve iç politik koşullar izin verdiği sürece, en az aylar-bana kalırsa da, (en iyi ihtimalle düşük yoğunluklu olarak) yıllarca sürebilecek bir savaştan bahsediyoruz.

Sadece "aylar" sürse bile, çatışmanın getireceği sosyolojik gerçekler var. Öncelikle, Türkiye'nin Suriye boyu sınır hattı, "savaş hinterlandı" olacak. Bu da, iç göç demek.

Savaş hinterlandı olmak demek, şu veya bu şekilde yaşam tehdidinin, güvenliksizliğin, savaş ticaretinin coğrafyası olmak demek. Doğal olarak insanlar, bu ortamda yaşamayı tercih etmezler; iç göç yaşanır.

Resmî ağızlardan (ve fazlasıyla resmîleşen ağızlardan), "Türkiye'deki Suriyeliler, Afrin'e yerleştirilecek" diye bir hedef çiziliyor. Bundan ziyade olacak şey, Suruç-Kilis-Antakya hattındaki coğrafyanın, Türkiye içi sınırda, istikrarsızlaşması ve göç vermesidir.

Bir yeni bir ordumuz var mâlum: en az 25 bin kişiden oluştuğu iddia edilen (Afrin'e yollanan sayı böyle telaffuz ediliyor) "Özgür Suriye Ordusu".

26 Mart 1985 tarihinde, 442 Sayılı Köy Kanunu’nun 74’üncü maddesinde değişiklik yapılarak, Geçici Köy Koruculuğu sistemi getirilmişti mâlum-29 Ekim 2016 tarihinde 29872 sayılı Resmî Gazete’de yayımlanan 676 sayılı Kanun Hükmünde Kararname ile adı Güvenlik Korucusu (GK) olarak değiştirimişti bu "paramiliter" gücün.

Şimdi, artık hangi kanun, düzenleme veya resmî belgeye istinaden düzenleniyor bilmiyorum ama bir de "Özgür Suriye Ordusu" var Türkiye'nin.

Bu yeni ordu, Türkiye'nin içinden çıkıp Suriye'ye, Afrin'e doğru girdi-İdlib veya başka bir yerden geçmedi. Ve geçişlerde, neredeyse Tür Silahlı Kuvvetleri ile aynı üniformayı giymiş ve Türk bayrağı altında savaştıklarını görüyoruz.

Bu da bir tercihtir ve Türkiye, TSK ve köy koruculuğunun yanısıra, bir de "ÖSO" gibi üçüncü kol bir silahlı gücü de, resmen silahlı güçleri bünyesinde oluşturmuş ve alenen de "genişletilmiş TSK şemsiyesi altına" almıştır.

Bunun askerî, sosyolojik sonuçları ne olur?

TSK, bu kadar sıkı kurallara bağlı iken içinden "FETÖ Darbesi" çıkarabilmişken, yeni ve köy korucularına oranla çok daha "nizamî" bir ordu oluşturmak rasyonel midir?

Genelde, "mercenary" olarak adlandırılan paralı ve devşirme orduları kullanan ülkeler; daha doğrusu ülkeler sonradan sorumluluk üstlenip töhmet altında kalmak istemedikleri için bu tip destekleri açıktan yapmayı sevmezler. ABD için CIA üstlenir mesela bu tarz "arka kapı" işlerini. Çünkü bu tarz paralı asker orduları, muhakkak yanlış bir işlere bulaşır ve kendilerini finanse eden ülkenin adına gölge düşürecek bir şey yapar.

Bilemiyoruz, bilemiyoruz. Ankara'da böyle uygun görülmüş demek…

Türkiye'nin içinden çıkan, dokusunu Türkiye vatandaşlarının oluşturduğu, sıkı denetlenen "köy koruculuğu" sisteminin bile ne kadar sıkıntılara neden olduğunu, güvenlik penceresinde de bir "başarı hikâyesi" olduğunu söylemek imkânsız.
Bir de tabii, JİTEM gibi "çözülememiş" karanlık askerî hikâyelerimiz ve korucuların bu süreçteki rolleri var…

Konu çok: ÖSO mensupları, "şehit" mi sayılacaklar, "gazi" mi olacaklar; TSK mensuplarına göre, yaşamda ve ölümde statüleri, durumları ne olacak?

Uluslararası ilişkilerde, ÖSO'nun, Türkiye tarafından bu kadar "yerli ve millî" bir ordu olarak kullanılması, ne gibi sonuçlar doğuracak?

Türkiye içi ve dışı dengelerde, Arap-Sünnî (ve belki Türkmen?) ağırlıklı bir ordunun, ikinci bir TSK gibi kullanılması ne gibi sosyolojik etkilere yol açar?

İşin uluslararası hukuk ve iç hukuk boyutu çok…

Ama düşünmeyelim. Konuyu kapatalım. Savaşalım.