Fotoğraf: DEM Parti Mersin milletvekili Perihan Koca'nın 30 Mayıs günü Meclis'te yaptığı konuşmadan ekran görüntüsü.

Perihan Koca: Asıl sorunumuz, halkçı bir muhalefetin boşluğu

“Kimsesizleşme, yoksulluğun, sefaletin içine doğru sürüklenme hali, bizim asli gerçekliğimiz. Ama seçimden bu yana normalleşme gündemi zuhur etti”

ASLIHAN GENÇAY

26.06.2024

İşlevsizleşen meclise taze soluk getiren genç ve aktif vekillerden biri Perihan Koca. Ekoloji, kadın hakları ve hayvan hakları mücadelesindeki rolüyle öne çıkan DEM Parti Mersin milletvekili Koca, Toplumsal Özgürlük Partisi Sözcüler Kurulu üyesi ve TBMM çevre komisyonu üyesi aynı zamanda. Perihan Koca ile Mardin ve Diyarbakır yangınlarını, ekoloji mücadelesini, belirsizliğini koruyan hayvan katliamı yasası ve 9. yargı paketini, cezaevlerindeki sorunları ve elbette “normalleşme” gündemini konuştuk.

> Mardin ve Diyarbakır’da çıkan yangınlar sonrası bölgedeydiniz. Yangınların çıkış nedeni olarak; valilikler ve Sağlık Bakanlığı anız yakılmasını, görgü tanıkları ve halk ise DEDAŞ’ı işaret etti. Sizin gözlem ve değerlendirmeleriniz nelerdir?

Hem bakanlıklar ve valilik tarafından hem de ön soruşturma kapsamında yapılan açıklamalar; meselenin “anız yangını” diye geçiştirilemeyeceğini, sadece bir doğal afetle karşı karşıya olmadığımızı gösteriyor. Yangınların yanı sıra Kürt coğrafyasında kan donduran bir düşmanlık hukuku uygulanıyor. Sömürge hukuku, toplumda ve siyasette gerilim alanları açarak her fırsatta kendini dışa vuruyor. Devlet, tüm kurumlarıyla bu düşmanlığı örgütlüyor. Yangında da bunu gördük. Ekoloji örgütlerinin ve meclisin raporlarına, halkın deneyim aktarımlarına baktığımızda; DEDAŞ’ın benzeri pratiklerle defalarca gündeme geldiğini, HDP’nin konuya dair pek çok önerge sunduğunu görüyoruz. Ortada devasa bir külliyat var. Devlet şimdiye kadar hiç soruşturma açmamış ve kurumları korumuş. DEDAŞ bize, devletle sermaye aklının sömürge perspektifiyle örgütlenme biçimini gösteriyor. Özelleştirme hukukunun pratik biçimleri olan elektrik dağıtım kurulları, sadece Kürt bölgesine ait değil tabii. Neoliberal politikaların ülke genelinde kurumsallaştığı alanlardan biri. 2004’teki özelleştirme programı kapsamında 2005’te Dicle Elektrik Dağıtım A.Ş. kuruldu ve o günden bu yana sürekli halkın elektriksiz bırakılması ve yangınlarla gündeme geldi. Köylülerin yaşadığı birçok sıkıntı, sorun ve mağduriyet söz konusu. Görgü tanığı bir köylü bunları söyledi, video paylaştı diye, yangın hakkında hiçbir açıklama yapmayan DEDAŞ,  açıklama yaptı ve köylüye soruşturma açıldı. Hukuk tam tersi bir şekilde işliyor. Bir gün sonra bölgeye elektrik tellerinin bırakıldığını ve sorumluluktan kaçıldığını gördük. Kürt düşmanlığından beslenen bir şekilde, yangının kaçak elektrikten çıktığı söylendi. 15 yurttaşın yitirildiği, birçok börtü böcek ve canlının katledildiği, AKP-MHP politikalarıyla bir felakete dönüşen yangından yine halk sorumlu tutuldu. Tarım ve Orman Bakanlığı ise açıklamasında “anız yangını” diyemedi. Ekoloji örgütlerinin verileriyle 15 bin dekarlık alanın nasıl yandığına dair veriler örtüşüyor. Savcılık ön soruşturma raporunda, yangına elektrik tellerinin neden olduğu açıklandı. Bizler, sömürge valisi olarak atanmış Mardin valisiyle defalarca görüşmek istedik ama kapı duvardı. Sadece sosyal medya üzerinden ortaklaştıkları bilgileri açıkladılar. Neredeyse yangından biz sorumlu olacağız. 

Mardin valisi ve AKP’li milletvekilleri; Mazıdağı’ndaki taziye alanına, koruma ordusuyla gittiler ve halkla DEM parti vekillerinin üzerine korumalarını sürerek savaş hukuku pratiği yaşattılar. Öfkeli ve acılı halk onları kovdu. Karşımızda can güvenliği sorunu haline gelmiş bir iktidar gerçekliği var.

> Devletin yangına müdahalede geç kaldığı, helikopter gönderilmediği, hatta halkın kendi çabasıyla yangını söndürmesinin güvenlik nedeniyle engellendiği de gündeme geldi. Neler yaşandı?

Batman’da benzeri bir durum yaşandı. Valilik tarafından şehre giriş çakış yasaklandı. Halkın yangını önlemeye çalışması, terör kapsamı nedeniyle engellendi. Halk köylerdeki belirli alanlara sıkışarak, çaresiz bir şekilde bekledi. Aynı zamanda doğa ve hayvanların ölümü de söz konusuydu. Normal şartlarda kıyamet kopması gerekirken, yetkililer tarafından herhangi bir adım atılmadı. İlk gün insanlar, ulusal ve uluslararası mecralardan helikopter talep ettiler, devlete yükümlülüklerini hatırlattılar. Ancak sürekli geçiştirme, seyirci kalmanın ötesine geçerek yangının ve tahribatın genişlemesini isteyen bir seyretme biçimi vardı.

> Somut talepleriniz nelerdir, halkın zararlarının karşılanması da düşünülerek bölgenin afet bölgesi ilan edilmesi ve soruşturmaların genişletilmesi mi?

Normal şartlarda, bölgenin hemen afet bölesi ilan edilmesi, soruşturmalar açılması, ekolojik kurumların ifade ettiği büyük ekolojik yıkıma kulak verilen bir sorumluluk sürecine girilmesi, sadece Mardin Mazıdağı’ndaki yangınla ilgili değil, genel olarak önleyici bir tutum ve pratiğin derhal hayata geçirilmesi gerekiyor. Ama hem yerel hem de merkezi ölçekte, muhalefetin ve halkın topyekun basıncı olmadan geri adım atmayacak bir iktidar gerçekliği var. Yangın vesilesiyle ırkçılık pompalandı, Kürtlerle Türkler arasına nifak tohumları sokuldu, savaş ve gerilim politikası yükseltildi.

Ekolojik yıkım çağına girmiş bulunuyoruz ve muhalefetin tüm bileşenlerine iş düşüyor. Sadece emek ve demokrasi güçlerinin, sol ve sosyalist güçlerin, DEM Parti’nin muhalefet etmesi yeterli değil. Sorun, hepimizin sorunu. CHP’de gerçek anlamda demokrasiden yana olan isimler, ekoloji örgütleri, sendikal kurumlar, kadın örgütleri, bölgeye giderek açıklama yaptılar. Önleyici politikalar için bu sesleri yan yana getirmekle yükümlüyüz.

Süreç meclis hukukuyla işletilecekse ortak bir kurul kurulmalı. Bu kurul, İliç katliamında olduğu gibi göstermelik adımlar atmak yerine kapsamlı soruşturmalar yürütmeli. Bölge halkı sürece dahil edilmeli ve özne olmalı. Yoksa ekolojik yıkımın önüne geçemeyiz. 

“Toplulaştırma yasası hazırlığı içindeler”

> Ekoloji mücadelesinde oldukça aktifsiniz ve sahadasınız. Lakin o kadar çok sorun var ki; Akbelen, kıyı şeritleri, Menteş, İkizköy… Hepsine yetişebiliyor musunuz?

Hücum borusu üflenmişçesine sürekli kilitlendiğimiz bir gündemle karşı karşıyayız. Üyesi olduğum, Murat Kurum başkanlığındaki TBMM çevre komisyonu ise çalışmıyor. Yağma ve rant pratikleriyle inanılmaz bir çevresel yıkım yaşanırken, Murat Kurum gibi emin ellere teslim edilmiş çevre komisyonu. Bir yıllık milletvekilliği sürecimde komisyon dört kez yan yana geldi. Üçü kahvaltı içindi. Biz bu kahvaltılara gitmedik. İtibardan tasarruf edilmez, diyen iktidar, halkın bütçesini kahvaltılara harcıyor.

Yapılan tek toplantıdaki gündem ise iklim değişikliği yasasıydı. Kamuoyundan, ilgili kurumlardan sır gibi saklanan bu taslakla ilgili brifing aldık. İklim krizi ve ekolojik yıkım söz konusu değilmiş gibi maden yasası da geçirildi. Sermaye menşeli bu yasalar, istikrarlı büyüme politikaları kapsamında vazgeçilmez görülüyor ve torba yasalar şeklinde karşımıza getiriliyor. Torba yasa içerisinde, göllerde, kıyılarda ruhsatsız madenler yapılması, kıyı yağması da yer alıyor. Hangi birini sayacağımı bilmiyorum. Büyük bir zulümle karşı karşıyayız. Toprağına, havasına suyuna sahip çıkmak isteyen yurttaşlara karşı da devlet sopası kullanılıyor.

Deprem fay hattındayız. Bir el bombasının üzerinde oturuyoruz ve iktidar, iklim felaketini davul zurnayla çağırıyor. Bu yıkıma yetişmek mümkün değil. Mecliste dahi muhalefet partileriyle yan yana geldiğimiz bir masayı kuramıyoruz. DEM Parti bileşenleri, ittifaklar ve sosyalist kurumlar olarak, ekoloji ve hayvan hakları komisyonu kurduk. En önemsediğim şeylerden biri, konunun muhataplarıyla, özneleriyle birlikte hareket etmek. Vekiller, asil değil vekil olduğunu anlayarak, öznenin sözünü söylemeli. 

> Brifing aldığınız iklim deşikliği yasasında neler bekliyor bizi?

Taslak elimize geçmedi ama devlet kendi organlarıyla çeşitli mekanizmalar kurdu. Yaşanan 20-30 yıllık süreci, özellikle tarım üzerinden bilgilendirerek sundular bize. Bir toplulaştırma yasası hazırlığı içindeler. Tarım arazileri, tümüyle büyük şirketlere devredilecek ve tarım tamamıyla bitirilecek. Laboratuvar olarak kullanılacak bölge ise Hatay. “Deprem bölgesinde tarım devrimi” olarak önümüze getirilecek. Brifing; mevsimlerin kaydığını, tarımdaki rutin takvimin değiştiğini ve iklim krizini gördükleri halde, sermayedeki büyümeden kesme yapamayacakları için uygulamalarını gerekçelendirme toplantısıydı. Muhtemelen o taslak meclise gelecek. Vekiller ve komisyonlar işlevsiz olduğundan, taslaklar ve gündemler, hayvan hakları yasasında olduğu gibi vekillerin bilgisi dahilinde değil.

“Saldırgan köpek terörü, köpek lobisi, ketö…”

> İsimler de olumlu genellikle; hayvan hakları, yargı reformu, iklim değişikliği… Ama içerikler öyle olmuyor maalesef. Kapitalizmin ayaklarından biri; sistematik hayvan soykırımı ve et endüstrisi. Toplum bunu normal görüyor. Sokak hayvanları söz konusu olunca ise karşı çıkanlar çoğalıyor, ortak payda büyüyor. Sokak köpeklerinin katledilmesine dair bir maddenin yer alacağı da söylenen hayvan yasasının erteleneceğini duyduk en son. Maddenin varlığı da belirsizdi, erteleme de belirsiz. Sizce bu erteleme bilgisi, kamuoyu tepkisi dinsin diye mi sızdırıldı?

Sürecin gazını aldık, önümüzdeki dönemde bakalım, diye düşünüyor olabilirler. Her şey olabilir. Süleyman Demirel; “24 saatte siyasette her şey olabilir.” demişti, şu anda dakikalar ve anın politikası tezahür ediyor. Açıkçası meclis trajikomik bir durumda. İnsana, hayvana, doğaya dair hak temelli bir yaklaşımın, oradan ilerlemeyeceği aşikar. Faşist rejimi inşa etmeye çalışan bir iktidar var. Başka türlü ayakta kalması mümkün değil. AKP-MHP iktidarı, 31 Mart’ta halktan ihtar aldı. Muktedir değiller, tabanları eriyor ama tüm devlet imkanları, yasalar ve medya ellerinde olduğundan muktedir olma pratiği sergiliyorlar. Mecliste de bunu görüyoruz. Tam bir çoğunluk terörü yaşanıyor.

Yaşamsal bir konudan bahsediyoruz. Katliam kültürünü normalleştirmeye, şiddeti toplumsallaştırmaya çalışan iktidarın, çok ciddi bir siyasi mühendislik hamlesi olarak görüyorum konuyu. Sokak köpekleri, toplumsal bir gerilim alanına dönüştürüldü. Toplumda kutuplaşma yaratılıyor. “Saldırgan köpek terörü, başıboş köpek sorunu, köpek lobisi, hayvan lobisi” gibi vahim kavramlar önümüze getiriliyor. “Ketö” diye bir kavram da uydurmuşlar ve başına bizleri getirmişler. Bunlar, nefreti kitleselleştirme hamleleri. Oysa kendilerinin yaptırdığı kamuoyu yoklamalarına göre; sokak köpeklerinin katledilmesini isteyen kitle, yüzde iki oranında. Yaşamla ilgili bir kamuoyu araştırması yapılması bile nasıl bir zihniyetle karşı karşıya olduğumuzu gösteriyor. 

Tarım ve Orman Bakanlığıyla Çevre ve Şehircilik Bakanlığı konunun muhatabı. Biz, acaba bizim olmadığımız bir anda yasayı geçirirler mi, komisyonu bypass ederler mi, diye sürekli bakanlıkları arıyoruz. Bilgi yok. Bizim de, hayvan hakları savunucularının da, kamuoyunun da hiçbir şeyden haberi yok. Bu belirsizlik iklimi, nefret kültürünü doğuruyor. 

2004’te çıkarılmış yirmi yıllık bir yasa var; 5199 no’lu yasa. Bu yasa, yerel yönetimlere pek çok görev vermesine rağmen ne devlet kurumları ne de yerel yönetimler yasayı uygulamış. 1390 belediye var. Bin taneden fazlası sorumluluğunu yerine getirmemiş. Eğer bilimsel süreç ve yasa uygulansaydı, yüzde yetmiş oranında kısırlaştırma yapılmış ve popülasyon kontrolü gerçekleşmişti Şu anda böyle bir sorunumuz da olmayacaktı. 

Şimdi Özgür Özel bile çıkıp “Köpek sorunu” diyor. “Köpek sorunu” denen vakaların hepsi münferit. Münferit olan, asli olanın üzerine geçip toplumsallaşabiliyor. Böylesi bir garabet var.

Biz bu hafta da hayvan hakları ve hayvan yasasıyla ilgili süreci, hayvan hakları savunucularıyla birlikte hem mecliste hem sokakta işleteceğiz. Sokakta yapılan eylem, mecliste söylene sözden daha değerli ve yaşamsal. Muktedir olmadıklarını hatırlatıyor onlara ve geri bastırıyor.

> Vakaların çoğunda insan hatası görüyoruz. İnsan tarafından eziyete uğradığı için genellikle travma sahibi olan sokak köpeği kendi halinde yatarken, insan geçici zevk için onu ellemeye, sevmeye çalışıyor. Oysa hayvanlar, insanın oyuncağı ya da sevgi nesnesi değildir. Genellikle troller ve belirli TV kanalları köpürtüyor bu münferit vakaları. Sosyal medyada kalabalık görünen tepkiye sokakta rastlamıyoruz. Siz sokakta gözlemlediniz mi hiç “köpeklere ölüm” diyen kitleleri?

Kesinlikle öyle. Kalabalık değiller. Sosyal medya, bambaşka bir balon. Geçtiğimiz hafta köpeğimle ilgili bir anı paylaştım sosyal medyada. İnanılmaz ölüm fermanları, katliam fermanları yazıldı hakkımda. Ama tabii genel siyasette, nabız sanki sosyal medyada atıyormuş gibi hissedildiği için tali deyip geçemiyoruz bu konuları. 

“Kısırlaştır, aşılat, yerinde yaşat”

> Sokak köpekleri konusunda sizin önerdiğiniz çözüm nedir?

Çözüm yıllardır var. Bilim insanları, veteriner hekimler, hayvan hakları savunucuları, çözüm noktasında uzlaşıyor, hak temelli yol ve yöntemler sunuyorlar. Kısırlaştır, aşılat, yerinde yaşat; bu uzlaşmadan süzülen bir slogan. Hak temelli bir yaklaşımla yasa yapmak gerekiyor. Yasalar masa başında, yaşam hakkını öteleyen şekilde yapılmaz. Ayrıca ülke genelinde kapsamlı planlamayla öznelerin yürüteceği bir veteriner işleri genel müdürlüğünün kurulması gerekiyor. Bu işleyişin önü açılmalı. Yereli de kapsayan, her ilçede tedavi ve kısırlaştırma imkanına sahip sağlık ocakları gibi kurumları bulunan, sürekli takip ve çözüm süreci uygulayan bir müdürlükten bahsediyorum. Hayvanları meta, nesne olarak gören bakıştan çıkılmalı, zihniyet değişikliği sağlanmalı.

> Biz ülke olarak bu konuyu, ortada bir hiçbir taslak, yasa önerisi veya somut bir metin yokken tartıştık. Normal mi sizce bu?

9. yargı paketi ve kadın hakları açısından da aynı durum söz konusu. Kadınlar aylardır bilmediğimiz, sadece sızıntıyla duyduğumuz maddeler için yaşamsal anlamda kavga veriyor. 6284’ün içinin boşaltılmasına, kadınların soyadı kanunuyla kazandıkları hakların tırpanlanmasına karşı ülkenin dört bir yanında eylemler gerçekleştirdik.  Taslaklardan bir madde geri çekildiğinde de bu, birilerinin görüşmesi sayesinde değil, toplumsal mücadele kesimlerinin sokaktaki söylemiyle gerçekleşiyor.

“Halkın gözü kulağı yeni yargı paketinde”

> 9. pakette tazyik hapsine itiraz hakkı getirilmesi de yer alabilir. Kadına şiddet failine tazyik hapsi zaten uygulanmaz, toplumsal cinsiyet eşitsizliği derinden yaşanır ve kadın cinayetleri her geçen gün artarken, bağlamından kopuk bir itiraz hakkı yerine kadının yaşam hakkının öncelenmesi gerekmiyor muydu?

Paket hakkında şu anda hiçbir şey bilmiyoruz. Biz de basından, sizlerden öğrendik. Mecliste komisyona getirilen son taslakla ilgili DEM Parti milletvekili Adalet Kaya bir açıklama yaptı. Komisyonu takip ediyor. Bizler, İstanbul Sözleşmesi feshedilirken karşı çıktığımızda, iktidar temsilcileri kadınlı erkekli “Bizim 6284’ümüz var.” diyorlardı. Sıra ona da gelecekti. 6284 şu anda, ülkedeki diğer koruyucu kanunlar gibi fiili olarak askıya alınmış durumda. Uygulanmıyor.  Hal böyleyken bir de koruma kalkanımız olan tazyik hapsini gündeme getiriyorlar. Faşizmi kurumsallaştırmak için hayvan haklarını yok etmeye nasıl ihtiyaçları varsa kadınların kazanılmış haklarını tasfiye etmeye, Kürt halkına düşmanlık yapmaya da ihtiyaçları var. 

> Cezaevlerindeki sorunlar da önemli bir gündem ama özenle, ısrarla yok sayılıyor. Beklentilerimiz çok az olsa da hasta mahpusların tahliyesi ve Y tipi cezaevlerinin kapatılmasıyla ilgili iki maddenin yeni pakette yer alması mümkün mü sizce?

Beklentimiz yok ama şu anda muktedir olmadıkları için belli noktalarda tavizler vermek zorunda kalabilirler. 9. yargı paketi meclis kapanmadan, gündeme getirilecek. Normalde 1 Temmuz’da kapanıyor meclis ama birkaç senedir böyle olmuyor. Gündemlerden kaynaklı meclis, Ağustos ayı sonuna kadar da çalışabilir.

Hasta tutsaklarla ilgili durum çok yaşamsal. Cezaevleri, devasa ölüm evlerine dönüşmüş durumda ve hak temelli bir yaklaşım yok. Özellikle siyasi tutsaklara düşman hukuku uygulanıyor. Bir hukuk komisyonumuz var. Ben de zaman zaman hem cezaevleri önündeki eylemlere katılıyor hem de tutsaklarla, özellikle de hasta tutsaklarla görüşmeye gidiyorum. Hasta tutsakların yakınlarını sürekli Adalet Bakanıyla görüştürmeye çalışıyoruz ama asla görüşmek istemiyor. Cezaevi idareleri de hak mağduriyeti yaratıyorlar. Vekil olarak biz dahi onlara ulaşamıyoruz.

Yakınlarda Tarsus Cezaevi’ne gittim. Tutsakların en çok söylediği; hastaneye sevk edilmedikleriydi. “Ring aracı yok.” deniyormuş. Cezaevine sağlıklı bile girsen, fiziki ve psikolojik olarak hasta çıkıyorsun. Üstelik can güvenliğin de yok. Şimdiye kadar çıkarılan paketlerde; ifade ve fikir özgürlüğünden dolayı cezaevinde olanlara dair iyileştirici hiçbir madde yer almazken, 6284’ü çiğneyenler, kadın cinayeti işleyenler, çocuk istismarcıları, uyuşturucu baronları ve mafyacılar için örtülü olarak af uygulandı. İktidar yargı paketlerini “reform, devrim” olarak sunduğu için şimdi de halkta büyük bir beklenti var. Tutsak ailelerinin gözü kulağı bu pakette. Bu nabzı, iktidar da, muhalefet de okuyabilmeli.

“Tarihsel ve kritik bir dönemdeyiz”

> Erdoğan-Özel görüşmeleri bağlamında normalleşme kavramı çok dile getirildi fakat görüşmeler dışında ülkede bir normalleşme göremedik. Sizin normalleşme tanımınız nedir?

İktidar sürekli propagandif bir söyleme ihtiyaç duyuyor. 22 yıllık iktidar pratiklerinde bunu gördük. 31 Mart yerel seçimleri, hem egemenler hem de ezilenler açısından bir dönemeci işaret etti. 14 Mayıs seçimlerinde beklediğimiz toplumsal dışavurumu, 31 Mart seçimlerinde farklı bir biçimde gördük. CHP birinci parti olsa da seçim sonuçları CHP’yi aşıyordu. Tüm toplumsal kesimlerin, emekçi milyonların, emeklilerin, yoksulluk ve açlık sınırı altında çalışanların tepkisiydi. Bu yüzden Erdoğan, ilk konuşmasında “normalleşme ve yumuşama” söylemini ortaya attı. 22 yıllık pratiklerinde en güçlü özellikleri, muhalefeti arkalarına dizme ve gündemi sürekli belirlemeleri oldu. Oysa emekçi milyonların gündemi belli . Mehmet Şimşek politikalarında vücut bulun kimsesizleşme, açlığın, yoksulluğun sefaletin içine doğru sürüklenme hali, bizim asli gerçekliğimiz. Ama üstü örtülüverdi ve seçimden bu yana normalleşme gündemi zuhur etti. Bu durumda muhalefetin cılızlığının, sol sosyalist güçler olarak bizim krizimizin de payı var. Masadaki boş koltuk, emekçi milyonların krizinden daha fazla gündem oldu. Normallikleri işte bu. Gündemi, sefaleti, yoksulluğu sıradanlaştırıyorlar ve bu sıradanlığın kendisi bir normalleşmeye dönüşüyor. AKP anomalisi böyle bir şey.

Emek ve demokrasi güçleri içinde de bir normalleşme beklentisi oluşmuştu. 1 Mayıs’taki olağanüstü hal, AKP’nin normali haline geldi. Biz de normalleşme ve yumuşamaya karşı çıkanlar olduk. 1 Mayıs’ta en tabii hakkını savunanlar, gayrimeşru ilan edildi. CHP, iktidara açık açık gayrimeşru olduklarını söyleyebilirdi ama imtina etti. Bu ortamda, anayasa gündemini dahi bize konuşturttu AKP. Muktedir olmadıklarını ve içlerindeki çatlağı açığa çıkaracak halkçı bir muhalefete ihtiyaç var. Bu halkçı muhalefetin boşluğudur bizim esas sorunumuz.

> Orak paydada birleşememek, kutuplaşmadan kaynaklanıyor olabilir mi? Zira halk kesimleri arasında dindarlar laiklerle, milli takımı tutanlar Portekiz’i destekleyenlerle, köpek sevenler sevmeyenlerle, Türkler Kürtlerle, hepsi birden sığınmacılarla sürekli tartışıyor ve genellikle çoğu birbirine düşman gözüyle bakıp diğer tarafı aşağılıyor.

Aynen öyle. Bu kendiliğinden olmadı. Bahsettiğim halkçı muhalefetin eksikliğinden dolayı bu noktaya geldik. Siyaset boşluk kaldırmaz, diyordu Demirel -Bu aralar Tanıl Bora’nın “Demirel” kitabını okudum, bu yüzden atıfta bulunuyorum- Bıraktığımız boşluk dolduruldu. Tüm itirazları yan yana getirecek bir denklem ancak, bizi yeni bir sıçrayış dönemine götürebilir ve kayyımları boşa düşürebilir. Başta sosyalistlere ve Kürt halkına, emekten, demokrasiden yana olan tüm güçlere iş düşüyor. Zaman zaman basın açıklamalarında yan yana gelen, basın metnini okuyup dağılan ya da sadece söylemde bir araya gelen bir muhalefetten bahsetmiyorum. Sokakta bir bağ kurulmalı. Yeni toplumsal sözleşmeler ve demokratik cumhuriyet ancak böyle mümkün olabilir. Tarihsel, kritik ve tayin edici bir dönemin içindeyiz. Başka bir birlikteliğe ve omuzdaşlığa ihtiyacımız var.