Pusuda bekleyen zedelenmiş narsisizm
Adorno sanki bugün kullanalım diye birtakım formüller uzatıyor! “Kendi hamlığından ideoloji yaratmak.” Demek evrensel bir kötü alışkanlık bu.
27.09.2020
Faşizmin savaşta yenilişinden 14 yıl sonra, Theodor W. Adorno, Viyana’da konuşuyordu. Pırıltısını kendisine kazandıran ne varsa Nazilerin ayakları altına iştiha ve şehvetle serip, bir sopa da kendi kaparak, ruhunun iç düşmanı bellediği kısmını kendi elleriyle paramparça etmiş, şimdi tek eli böğründe, öbür eli kopmuş, hevesi kursağında kalmış Viyana’da. Bu kadar çok Avusturyalı neden Nazi üniformalarına bayılmış, Büyük Kötülük’ün parçası olmaya can atmıştı?
1959’da, faşizm resmen yenileli henüz on dört sene olmuşken, siyasî rejim olarak yararı-zararı, işlerliği-verimsizliği bakımlarından değil, insanların algılayışı, sindirmesi ve onunla kurdukları ilişki bakımından demokrasinin olabilirliğini tartışıyordu filozof. Yeryüzündeki insan nüfusunun bir bölümünü imhası elzem zararlılar olarak damgalayıp bu toptan yok etme işine bilfiil girişenlerin basbayağı başarıya ulaşması, kitlelerin geniş katılımıyla döndürülen katliam ve aşağılama çarklarının, anca faşistlerin savaşta alt edilmesiyle durdurulabilmiş oluşu henüz çok taze tecrübeydi. Belki sindirilip bilgi haline bile getirilememişti, dehşet duygusundan sıyrılıp. Adorno belli ki, buna rağmen sağduyulu olmaya, yaşanan fecaatin tekrarlanmaması için yapılabileceği tasarlamaya çalışanlar arasındaydı.
Demokrasi ve yeniyetmeler
Toplumun ekonomik ve siyasî hayatı için demokrasinin yararı konusu bir yana, demeye getiriyordu, esas meselenin nerede yattığını sezmiş olarak: “…demokrasi henüz, insanların onu gerçekten kendi öz davaları olarak algılamaları, kendilerini politik süreçlerin özneleri olarak idrak etmeleri ölçüsünde yerleşmiş değildir. (…) [P]olitik erginliklerinin ifadesi olarak insanların kendileriyle özdeşleştirilmemektedir.” (Metis Yayınları’ndan, Şeyda Öztürk ve Tarhan Onur’un çevirileriyle çıkan, Yeni Sağ Radikalizmin Veçheleri -İstanbul 2020- kitabından aktarmayı sürdürüyorum.)
Toplumu oluşturan bireylerin “kendilerini politik süreçlerin özneleri olarak idrak etmeleri”, gerçekte Marx’ın tanımladığı komünizm hedefinin odağında yeralır. Her şeye kâdir parti bürokratları olmaya heveslendikleri andan itibaren sosyalistlerin unuttukları, unutturdukları hakikat. “Demokratik merkeziyetçilik” kisvesi altında -parti, dernek, örgüt, her seviyede- yönetilenlere ait her türlü irade ezilir ve bütün belirleyicilik kudreti tepede, tek elde toplanırken, insanlığın özgürlük ve selamet umudu olmaktan bizzat sahiplenenleri eliyle çıkarılan “resmî sosyalizm”, içinde “demokrasi” geçen her türlü kavrama düşman bir kültür yarattı. Bu yüzden komünizmin -siyasî bakımdan- gerçekte demokrasinin mümkün en geniş sınırlarına varması, en derin köklere kavuşması olarak tarif edilmesi âdetâ yasaklandı. Oysa mesele bireylerin kendilerini “politik süreçlerin özneleri” olarak görebildiği, bunu fiilen yaşayabildiği bir toplum durumu ile, yöneten-yönetilen ilişkisi ile topluca özgürleşmeydi. Bu nedenle, tek tek insanlar olarak demokrasi ile ilişkimiz hakkında konuşmak, doğrudan sosyalizmin olabilirliği ile de ilgili, can alıcı iş.
Uzunca bir pasajı bölerek aktaracağım. Tasvir edilenin 1959 yılı Avrupa’sı olduğuna inanmakta güçlük çekeceksiniz.
“Biz adam olmayız!” yalancı hükmü bizde de pey yaygındır, bildiğiniz üzre. Gerçi son dönemde, bizzat toplumumuzun fertlerinin kendilerinden yakınması anlamına gelen bu düsturu daha seyrek işitiyoruz. Zira Diriliş Ertuğrul dönemine girdik ve artık ne kusurumuz kabahatimiz, ne eksiğimiz varsa erdem ilan ettik. Defolarımıza tapıyoruz. Yine de, ortalıkta fazla telaffuz edilmese de bu sözle murat edilen şeyin zihinlerin derinliklerinde yaşadığını, işlevini sürdürdüğünü sanıyorum. Nedir işlevi? Söyleyeni sorumluluklardan kurtarmak. “Biz adam olmayız”ı ortaya sürünce, bunu söyleten her ne ise ondan kaçınma yükümlülüğünden kurtuluyoruz. (Bu arada, “adam” deyip duruyorum; kadınlar kızmasın, klişe böyle. Zaten bu lafın sarf edildiği dangıllık durumlarında kastedileni hoyrat bir erkek olarak tasavvur etmek daha çok yakışıyor.)
Bunun 1959 yılında Adorno’nun uğraştığı meselelerle ne alâkası var?
Hamlığından ideoloji yaratmak
“İnsan Almanya’da Almanlar arasında, Almanların demokrasi için henüz yeterince olgun olmadıkları türünden garip açıklamalara rastlar sık sık,” diye anlatıyor filozof. “Herhangi bir zorbalık eylemi sırasında suçüstü yakalanan yeniyetmelerin, ‘teenager’ grubundan olduklarını ileri sürerek işin içinden sıyrılmaya çalışmaları gibi, bunlar da kendi hamlıklarından bir ideoloji yaratmaktadırlar.”
Adorno sanki bugün kullanalım diye birtakım formüller uzatıyor! “Kendi hamlığından ideoloji yaratmak”… Demek ne kadar evrensel bir kötü alışkanlık bu. “Bu akıl yürütme tarzının garip gülünçlüğü”, diyor Adorno, “bilinçteki çarpıcı bir çelişkiyi belgeliyor.” Anlatılanın bizim hikâyemiz olduğuna dair şüphemiz kaldıysa, “bilinçteki çarpıcı çelişki”yi duyar duymaz bunu da siliyoruzdur herhalde. Bu sağlam bilgiyle zamâne ruhuna yaklaşabiliriz: “Kendi safdilliklerini ve politik hamlıklarını böylesine bıçkınca ortaya atan insanlar, bir yandan da kendilerini çoktan kendi kaderlerini belirleyebilecek ve özgürlük içinde toplumu düzenleyebilecek politik özneler olarak duyumsuyorlar.” İtiraz edilecektir. Ancak kudreti tek elde toplayabilsin diye kendi şahsiyeti ve mümkün bütün eylemini tek-adamın başarısına vakfetmek, maneviyatının manivelasını senin adına başkasına yapılabilecek zulme bağlamak ve bu icraatı yapacak olana ne istiyorsa sunmak, bütün bunları yaparken tatmin olmak, “politik özne” dendiğinde hayal ettiğimizi karşılamasa da pekâlâ bir tür politik öznelik.
Kendini baştan kadük eden şu yeniyetme tarzı “politik öznelik”in sınırları ve bu sınırlılık halinin yolaçtıkları üzerine Adorno, “kendilerini politik özneler olarak duyumsuyorlar” dedikten sonra şunları söylüyor: “Öte yandan da, buna koşullar nedeniyle katı sınırlar konmuş olduğunun ayırdına varıyorlar. Bu sınırlara kendi düşünceleriyle nüfuz edemeyince de, aslında kendilerinin maruz kaldığı bu olanaksızlıktan ya kendilerini ya dünyanın büyük figürlerini ya da başkalarını sorumlu tutuyorlar.” Bütün bunları haleti ruhiye tasvir ve tarifleri ya da teşhisleri olarak okuyorum.
Ve niyeyse, yaşadıklarımızı anlayabilmemiz için filozof biryerlerden bize ulaşıp kulağımıza fısıldamaya çalışıyor gibi hissediyorum. Buyurun size, bireylerin politik özne olabilmesinin zihinsel-ruhsal dinamikleri tartışılırken aradan avcumuza sıkıştırılıveren, bugünün dünyasının -özellikle Türkiye’sinin- salgın yönetme politikalarına dair anlamlı anahtarlar. Sahibininin bile cebinde taşıdığını fark etmeksizin kullandığı anahtarlar: “Bugün egemen olan ideoloji de zaten, insanların çeşitli nesnel durumların eline düştükleri ölçüde, üstesinden gelemedikleri ya da üstesinden gelemeyeceklerini sandıkları bu güçsüzlüğü öznelleştirmelerini sağlamaktadır. ‘Her şey adamına göre değişir’ safsatasına dayanarak, koşullardan kaynaklanan her şey insanlara maledilmekte, böylelikle koşullar yine dokunulmadan kalmakta, rahat bırakılmaktadır.” Bu noktada Adorno’yla birlikte biz de demokrasi konusuna dönüyoruz: “Felsefe diliyle söylersek, halkın demokrasiye yabancılığında, toplumun kendi kendine yabancılaşması yansımaktadır, diyebiliriz.”
Otoriteye düşkünlük
Hem toplumsal hem bireysel varoluş tarzı olarak demokrasiye uzaklık -“sosyal mesafe” mi desek?- ister istemez, yine varoluş tarzı olarak otoriterliğe yatkınlık, hattâ bağımlılık gibi tanımlarla anabileceğimiz insan halini konu etmeyi gerektiriyor. Adorno, otoriteye düşkünlük özelliğinin “hiç de politik-ekonomik ölçütlerle atbaşı gitmediğini” ortaya koyan araştırmalarından sözediyor. Ve bu teşhise uyan kimseler hakkında bulabildikleri ortak yönleri şöyle bir sıralıyor: “…daha çok, güç-zayıflık ekseninde tanımlanan bir düşünme tarzı, donukluk ve tepki gösterme yetersizliği, konvansiyonellik, konformizm, kendi üzerine düşünme yetisinin güdüklüğü ve sonuçta da genel bir deneyim yeteneksizliği gibi kişilik özellikleri…”
Herhalde biz, böyle kişilik özellikleri geliştiren “eğitsel” mekanizmalara sahip olup olmadığımızı düşünmeliyiz. Aile? “Millî Eğitim”? Din kültürü? Hangisi bireylerde ne tür özelliklerin gelişmesine uygun ortam yaratıyor? Hangisi bunları bizzat geliştiriyor? Bulacağımız cevapların bizi hoşnut edeceğini sanmıyorum -“e” şıkkı çıkacak: hepsi. Adorno’nun şu tesbiti de, siyasî kolaycılığı üslûp edinmiş okuryazar zevata dokunacaktır: “Otoriteye bağımlı karakterler kendilerini, herhangi bir özel içeriğe gerek duymadan, ne olursa olsun yalın somut erkle özdeşleştirirler.” Belki bu yüzden, birbirine taban tabana zıt olması beklenecek kültürel çevrelere mensup insanlarımızın ortak yönleri bu kadar fazla. Olabilir mi?
Ancak Adorno buradan, faşizme müsait “millî karakter” tesbiti çıkarmayı doğru bulmuyor. “Her adım başı”, otoriteye bağımlı karakterlere rastlamanın “ne dünyanın aslında kötü olmasıyla ne de Alman ulusal karakterinin güya ayırıcı özellikleriyle ilgisi var” diyor. Bir adım daha atarak, otoriteye düşkünlüğün fiilen içinde yaşanan bir ortam haline gelebilmesi için somut, pratik iktidar ilişkileri ağının gerekliliğine, işaret ediyor, “iktidar aygıtının kumanda manivelasıyla çoktan bağlantılı… yardakçılar ve takipçiler”den sözediyor.
Elbette daha çok, faşizm ortamında yaşamayı bu kadar çok insanın neden tercih ettiğiyle uğraşıyor. Demokrasiyi içten benimsemeyiş meselesiyle niye uğraşıyorsa ondan. Bizim de uğraşmamız gereken sebepten.
Şunu hatırlatıyor: “…kendi yandaşlarının birçoğu için bile bu anlamı taşımakla birlikte, Nasyonal Sosyalist rejimin korku ve ıstıraptan başka bir anlama gelmediği de bir yanılsamadır. Sayısız insan faşizm altında hiç de öyle kötü yaşamamıştır.” Totaliter-faşizan kudret sahiplerinin hedef tercihlerinin gerçekte toplumsal desteğe yönelik, ince ayarlı politikanın ürünü olduğuna işaret ediyor: “Terörün sivri ucu, yalnız azınlıktaki ve görece iyi tanımlanmış gruplara yöneltilmişti.”
Destek beklenen, kuşatılan ve kucaklanan, tâbiyet karşılığında bütüne ait olmanın güvenliği, sıcaklığı hissettirilen geniş kesimlerse, onsuz kendilerini var edemeyecekleri otoriteyi bir tür ebedî nizama erişmişliğin alâmeti ve yegâne garantörü sayıyorlardı. Sayıyorlar. Sayarlar.
Kılıç ve börek tepsisi
Şimdi bizim gözümüze saçma ve başarısızlığa mahkûm görünen, gerçeklerle bağdaşmadığı apaçık belli olan, bu yüzden sahibini başarısızlığa sürükleyeceğini varsaydığımız eylemlerin -meselâ bütün olarak hâlihazırdaki “Türk dış politikası”-, destekçi kitle nezdinde hiç de böyle görülmediği ve -maalesef- görülmeyeceği konusunda ısrarla uyarıyor Adorno. Kurulan hikâyeye bir defa inanıldığında, uğranan yenilgiler “tek tük… rastlantısal” başarısızlık anları gibi görülüyor. Adorno’nun “bütünün gidişatı” dediği, bizim propagandacıların dilinden düşmeyen “büyük resim”, her türlü tekil başarısızlığı umursamamayı sağlayabiliyor. Öyle kuvvetle öğüten, soğuran, istenmeyen parçayı başarıyla yok eden bir ideolojik-duygusal mekanizma var ki ortada, 2. Dünya Savaşı’nın resmen bitişinin üzerinden on beş yıl bile geçmemişken, filozofa “Nasyonal Sosyalizme hâlâ duyulan canlı sempati”den sözettirebiliyor! Bu duyguyu taşıyanların, diyor Adorno, “…‘her şeyin pekâlâ başka türlü de olabileceğine, aslında yalnızca hatalar yapıldığına ve Hitler’in düşüşünün de, dünya tininin sonunda yine de düzelteceği bir dünya-tarihsel rastlantı olduğuna’ kendisini ve başkalarını inandırmak için pek fazla keskin zekâya gereksinimi yoktur”.
Hitler düşmeden de, benzer akıl yürütme süreçlerinin her türlü olmazı nasıl olur kılabildiğini her seferinde daha büyük şaşkınlıkla izleyebiliyoruz.
Sebeplerden biri, bir elde kılıç, bir elde börek tepsisi, haykıra böğüre Diriliş Ertuğrul izleyenin kendinden geçişinde yatıyor: “Öznel bakımdan ele alırsak, Nasyonal Sosyalizm insanların ruhunda kolektif narsisizmi artırıyor, ulusal kibri ölçüsüzlüğe yükseltiyordu.” Hepimiz görüyor, izliyoruz, pek “haber” sayılmaz. Ancak bundan sonrası öyle değil. Adorno, “Bu kolektif narsisizm,” diyor, “Hitler rejiminin yıkılışı yüzünden, olabilecek en ağır biçimde yaralanmıştır. Ama bu zedelenme, bireyler yaralanmanın bilincine daha varamadan ve onunla hesaplaşamadan, yalın gerçeklik düzeyinde gerçekleşmişti. Üstesinden gelinememiş geçmiş söyleminin isabetli toplumsal-ruhbilimsel anlamı da budur işte.”
Adorno, Freud’a dayanarak, “kolektif özdeşliklerin parçalandıkları yerde” ortaya çıkması beklenen “o panik”in yaşanmamış oluşuna işaret ediyor ve şöyle diyor: İnsanlar “kolektif benliğimiz dağıldı” diye panik yapmadıysa “o özdeşlikler ve narsisizm hiç de ortadan kalkmamıştır, tersine bilinçdışında için için yanarak ve bu nedenle özellikle güçlü bir biçimde sürmektedir”.
Acaba türlü sağlıksızlığın kaynağı olan, zedelenmesi bir yana, zedelenme ihtimalleri karşısında bile nöbetler geçirdiğimiz “özdeşlikler”imiz ve “kolektif benliğimiz” hakkında düşünmeli miyiz? (Bu, Kürtleri ayrıca da ilgilendiren bir mesele midir?) Zira “otoriteye düşkünlük”ten bugünsözederken, hemen her konuda yaptığımız üzre, sözü alan kendini değil karşısındakini kastediyor. Oysa bütün bu söylenenlerin, bazı düzeltmeler, eklemeler-çıkarmalarla, uygulanabileceği, ortak yönlerinin mi benzemezlerinin mi daha fazla olduğu tartışmalı hasım grupların ülkesi burası.
Bu yazıyı hacim bakımından rakip kitaba dönüştürmeden, son bir parçalı alıntıyla bitireyim. Adorno’nun “paranoid çılgınlık sistemi olarak milliyetçilik” diye tarif ettiği hayat karartıcı olgu üzerine konuşmak başka sefere kalsın.
Adorno, “Hitler sayesinde toparlanıp birarada tutulan kolektif”in, “apaçık afetle karşı karşıyayken bile dağılmamış, birbirini tutmuş ve o gizli silahlara (ki aslında karşı taraf sahipti bu ‘gizli’ silahlara) ilişkin söylentiler gibi boş umutlara sıkı sıkıya tutunmuş” olduğuna dikkat çekiyor:“Zedelenmiş kolektif narsisizm tamir edilmek için pusuda bekler ve önce, geçmişi bilinçte narsistik isteklerle örtüşmeye götürecek her şeye el atar, sonra da o zedelenme hiç olmamış gibi yapabilmek için gerçekliği bile ona göre biçimlendirir.”
Umarım, filozofun elli-altmış sene önce söylediklerini aktarmakla, ruhsal hastalıklarımızın tâ o zamandan, üstelik başka hasta üzerinden teşhis edilmiş olduğuna dair ufak bir ışık çakabilmişimdir.