Rusya ve diğerlerinin “Büyük Oyun”u
“Zarrab Davası’ndan” Rusya’nın Trump ile ilişkisine, 19. yüzyılın Büyük Oyun’unun 21. yüzyılda nasıl yeniden hayat bulduğunu inceliyoruz

22.11.2017
Geçtiğimiz günlerde, Politico adlı haber sitesinde, Luke Harding imzalı son derece ilginç bir haber yayınlandı. Harding, 2007-2011 arası İngiliz Guardian gazetesinin Moskova muhabirliğini yapmış bir isim. 2011’de, bir seyahat dönüşü Rusya’ya girişi yasaklanmıştı. Tabii, sebep Kremlin’e yönelik yaptığı, gizli kapaklı birtakım işleri ortaya koyan haberleri idi.
Harding geçtiğimiz günlerde, Collusion: Secret Meetings, Dirty Money, and How Russia Helped Donald Trump Win (Danışıklı Dövüş: Gizli Görüşmeler, Kirli Para ve Rusya Donald Trump’ın Kazanmasına Nasıl Yardım Etti) adlı bir kitap yayınlandı. Politico’daki makale de, Trump’ın Moskova ile ilişkisinin bilindiğinden çok çok daha eskilere dayandığını ortaya koyuyor. The Hidden History of Trump’s First Trip to Moscow (Trump’ın Moskova’ya İlk Ziyaretinin Gizli Tarihi) başlıklı bu makalede, 1987’de, o dönemler genç (ve bir şekilde politikaya atılma hayalleri kuran aşırı hırslı) bir müteahhit olan Trump’ın, Sovyetler Birliği’ne gitmesinin hikâyesi anlatılıyor. Ziyaretin gerçekleşmesini sağlayan ise, SSCB gizli servisi KGB’den başkası değil.
Harding, yazısında KGB’nin Trump’a olan ilgisinin, 1970’lerin sonunda başladığına yönelik “makûl şüpheler” ileri sürülüyor. Harding’e göre, Trump 1977’de Çek Ivana Trump ile evlendikten sonra, önce Çekoslovak ve ardından da SSCB istihbarat kaynakları tarafından takibe alındı. 1987’de gerçekleşen Moskova ziyaretine de, Ivana ve Donald Trump beraber gittiler.
Daha önce, Britanya’nın istihbarat görevlisi olarak çalışan Christopher Steele, Kremlin’in Trump’ın ABD Başkanı seçilmesi için son beş-altı yıldır aktif biçimde çaba içinde olduğunu öne sürmüştü. Bu “çabaların”, ne türde olduğuna yönelik tartışmalar da var. Steele’in de aralarında bulunduğu kimi kaynaklar, Trump’a şantaj yapıldığını öne sürüyor. Harding, Trump’ın Kremlin ve Rusya istihbaratı tarafından kullanıldığına işaret etse de, konuyla ilgili kesin ve net yanıta ancak SSCB ve Rusya’dan arşivlerin karanlık koridorlarda saklı belgeler üzerinden ulaşılabileceğine dikkat çekiyor; “tabii, o belgeler de sistematik olarak yok edilmediyse” demeyi de ihmal etmiyor. Harding’in kişisel görüşü, Trump’ın “pohpohlanmaya”, güce ve paraya meraklı karakter yapısının, Rusya istihbaratı tarafından kullanıldığı…
Harding’in de işaret ettiği gibi, kritik nokta, Trump’ın 1987’deki Moskova ziyaretinden sonra, siyasi hedefleri “ABD Başkanı” olma konusuna odaklanıyor. Harding’in makalesinden alıntılarsak, Trump’ın 1987 tarihli Moskova seyahati şöyle sonuçlanıyor:
“Seyahatten bir şey çıkmadı-en azından Rusya içerisindeki iş imkânları konusunda hiçbir şey. Bu boş çıkma hâli, Trump’ın Moskova’ya gerçekleşen sonraki ziyaretlerinde de kendini tekrarlayacaktı. Fakat (ilk Moskova ziyaretinden sonra) Trump, New York’a yeni bir stratejik yön hissiyatıyla geri uçtu. İlk kez, aklında siyasi bir kariyer düşündüğüne dair ciddi işaretleri vermeye başladı. Belediye başkanı ya da vali veya senatör olarak da değil. Trump, başkan olmayı düşünüyordu”.
Moskova, yaklaşık 40 yıllık bir süreçte, Trump’ı “işleyerek” adım adım, kademe kademe onun ABD Başkanı olmasına gidecek yolu açtı mı? Eğer ki Moskova, böyle dipten ve derinden ilerleyen bir projeyle, en büyük rakibi ABD’yi içten bir Truva Atı ile “fethettiyse”, ne denebilir ki? Kişisel olarak, tüm ülkelerin birbirlerinin içişlerine (ve dışişlerine) müdahalesine karşı olsam da, şapka çıkarmak zorundayım: Gerçekse, bu kadar “derin bir müdahalenin başarılabilmesi” gerçekten de şaşırtıcı ve tabii aynı zamanda şoke edici bir durum.
Ve elbette, çok da ironik…
“Soğuk Savaş” dönemini vesaire geçtim, acaba uluslararası ilişkilerde 19. yüzyıl zihniyetinden ne kadar uzağa gidebilmişiz dünya olarak? 21. yüzyılda, modernleşmenin ve teknolojinin getirdiği onca ilerleme, iki Dünya Savaşı ve sonrasında yaşayan bu kadar çatışma ertesi insanlık olarak geldiğimiz (daha doğrusu takılıp kaldığımız nokta), “Büyük Oyun” zihniyeti mi?
“Gölgeler Turnuvası” tarihi
“Büyük Oyun”; veya orijinal adı ile “Great Game” ya da “Турниры теней/Turniri Teney” (Gölgeler Turnuvası). 19. yüzyılın ilk çeyreğinden 20. yüzyılın ilk çeyreğine; yani, İmparatorlukların yıkılışına kadar olan döneme kadar süren stratejik güç çekişmesi dönemi. Başlangıç ve sona eriş tarihleriyle ilgili çeşitli görüşler var ama “uzatmalarıyla” beraber, yaklaşık bir yüzyıllık bir dönemden bahsediyoruz.
“Büyük Oyun”un başlıca aktörleri, Britanya İmparatorluğu ve Rusya Çarlığı idi. Bununla beraber, Pers İmparatorluğu (Kaçar Hanedanlığı) ve Osmanlı İmparatorluğu da, “Büyük Oyun”un parçasıydılar. Orta Asya ve Afganistan da, “Büyük Oyun”un, oynandığı sahaydı.
21. yüzyılın ilk çeyreğinde, insanlık için iki yüzyıl öncesinden çok farklı bir dönemi yaşarken, uluslararası ilişkilerin dönüp dolaşıp gene bir “Büyük Oyun”a kilitlenmiş olduğunu düşünüyorum. Kremlin’in ABD Başkanı Donald Trump olan ilişkilerinden, ABD ve Rusya’nın arasındaki rekabete, Avrupa Birliği ülkeleri ve AB kurumlarının olan bitene ayak uydurma ile aktif olarak rol alma çabaları arasında gidip gelen hallerine gelinceye değin, stratejik entrikalar açısından 19. yüzyılın “Büyük Oyun”u paradigmalarına çok da benzeyen bir düzlemdeyiz. Ve tıpkı, 19. yüzyıl sonu ve daha çok 20. yüzyıl başı Osmanlısı gibi Türkiye de, bu entrikalar çemberinin ortasında kalıyor. Ve kendi “Büyük Oyun”unun kurucusu olayım derken, Doğu-Batı kimlikleri arasında bocalamaktan kaynaklı bunalımlara sürükleniyor, büyük kişisel hırsların kurbanı olmaya doğru sürükleniyor.
“Büyük Oyun” tarihine devam etmeden önce, biraz büyükçe bir parantez açalım.
Bahsettiğimiz aktörlerden Britanya, Rusya ve Osmanlı İmparatorluklarının, “Kraliyet/Çarlık/Padişahlık” ve dolayısıyla “lider” odaklı devlet yapıları da olsa, son derece kurumsallaşmış bürokratik gelenekleri de vardı. Buna karşılık, Pers İmparatorluğu’nun, devlet yapısının güçlülüğüne rağmen, “bürokrasi geleneği” ve “lider ve hanedanın rolü” açılarından bu diğer üç aktörden farklı konumda olduğunu, farklı bir yapısallığa sahip olduğunu unutmamalıyız.
Bugünlerde, İran kökenli Reza Zarrab’ın odağında olduğu “Zarrab Davası” ile gündemimize girmiş olan komşumuz İran (gerçi gündeme giren gene İran’ın kendisi olmadı ya neyse), son derece ilginç bir tarihe sahip. İran devlet geleneğinin temel kökleri, Osmanlı ile kâh en büyük çatışmalarını yaşayan kâh bir nevi Soğuk Savaş içine giren, “Devlet-i Safevîyye”ye dayanıyor. 1501-1736 arasında yaşayan bu devletin kurumsal geleneğinin ardından, İran’da “Hanedanlık” çekişmesi yaşanmaya başlandı.
1736’da Nadir Şah’ın kendisini “Şah” ilan etmesiyle başlayan “Afşar Hanedanı” dönemini, Zend Hanedanı ve Kaçar Hanedanı dönemleri izledi. En son halkasını Pehlevi Hanedanı ile yaşayan bu “Şahlar” ve “Hanedanlar” dönemi aslında, tam da Rusya ve Osmanlı İmparatorluklarında “Batılılaşma” krizlerinin yaşandığı ve modern anlamda bürokrasinin de oluşup gelişmeye başladığı zamanlar.
İran ise, 18. yüzyıldan 20. yüzyılda, 1979’da İran İslâm Devrimi’ne kadar olan bürokrasisi ve devlet geleneğinin gelişimi sürecini, Osmanlı/Türkiye ve Rusya/SSCB’ye göre çok içe kapalı ve hükümdar/hanedan eksenli yaşadı denebilir. İran’ın İslâm Devrimi ile geçirdiği rejim değişikliği de, aslında otokrasi ve teolojik baskı yoluyla bir bürokrasinin inşası olarak da yorumlanabilir. Evet, İran’ın da tıpkı Türkiye ve Rusya gibi güçlü bir devlet geleneği var: ama Türkiye ve Rusya tarihinde, Batı ile hem etkileşim hem de zıtlaşma içinde gelişen bürokrasi, kişisel iktidarın sınırlarının çizilmesinde belirleyici rol oynamış. Bana kalırsa, bu iki ülkede de, gerçek mânâda bir kişiselleştirilmiş/salt lider odaklı otokrasi, “Batı’yı silmeden” ve var olan bürokrasiyi yıkmadan da hayata geçirilemez. Bu hayli uzun parantezi, içeriğine başka zaman devam etmek üzere şimdilik kapatalım.
Önemli olan şu ki, İran’ın kendi iç hanedan çekişmeleri ve 18. yüzyıldan itibaren Osmanlı ve Rusya’yı modernleşme meselesi ile meşgul eden Batı odaklı gündemlerine karşılık içe dönüklüğü, Büyük Oyun’da da ikinci planda, edilgen bir aktör olmasına yol açmıştır denebilir. Buna karşılık Rusya Çarlığı, Afganistan Emirliği başta olmak üzere Orta ve Güney Asya’da hâkimiyet için Britanya İmparatorluğu ile çekişerek, Büyük Oyun’un başlıca iki aktöründen birine dönüştü.
Hem ideolojik hem ekonomik çekişme
Büyük Oyun’un resmî “başlangıç tarihi”, 1830’lar olarak kabul ediliyor. 1828 ve 1829 arası gerçekleşen Osmanlı İmparatorluğu ve Rusya Çarlığı arasındaki savaşta, Osmanlı’nın sert bir yenilgi alması, Britanya İmparatorluğu’nu (elbette kendi çıkarları açısından) düşündürmeye başlamıştı. Rus Ordusu’nun Edirne’ye kadar gelmesinin yarattığı tehdit sonucu 2. Mahmut, Osmanlı için başta Yunanistan’ın özerkliği gibi ağır şartları olan bir sözleşme olan Edirne Anlaşması’nı imzalamak zorunda kaldı.
Anlaşma’nın Britanya İmparatorluğu düşündüren kısmı ise, Boğazların Rus ticaret gemilerine açılması ve Kafkaslar ’da kontrolün Rusya’dan yana şekillenmesi idi. Britanya, Hindistan’daki hâkimiyetini ve oradan uzanan ticaret rotalarını garanti altında tutmak için Afganistan ve Orta Asya genelini nüfuzu altına almak, kendi çıkarlarına göre şekillendirmek istiyordu. Londra’nın planına göre, Osmanlı ve Pers İmparatorlukları da, Britanya’nın nüfuz alanı ile Rus Çarlığı arasına bir “sıhhî hat” çekecekti. Britanya’nın, “arka bahçesine” yönelttiği ilgiye karşılık olarak Rusya da, özellikle İran’ın Kaçar Hanedanı da kullanarak Afganistan’daki etkisini arttırmaya çalıştı.
Britanya-Rusya rekabeti sadece ticari çekişmelerden ibaret değildi; aynı zamanda ideolojik de bir çekişme söz konusu idi. Britanya’nın “özgür ve liberal ideolojinin” temsilcisi olduğu iddiasına karşılık, Çar I. Nicholas da, “Ortodoks dini, Rus milliyetçiliği ve Çar’a kayıtsız şartsız itaat eden otokratik” düzene vurgu yapıyordu. Ayrıca, Rusya’nın amacı, Kafkaslar ve Orta Asya üzerinden, Avrupa’daki gücünü yükseltmekti.
Bu rekabetin doğurduğu, bugün de “proxy wars” olarak anılan, büyük güçlerin başkalarını piyon olarak kullandığı “vekâlet savaşları” ve yüzbinlerce insanın bu çatışmaların sonucu olarak can vermesi oldu. 1838’de ilk Anglo-Afgan Savaşı’ndan 1895’te Afganistan-Rus Çarlığı sınırı çizilene kadar kan aktı, aktı, aktı.
Kimi zaman casuslar arasında, kimi zaman savaş alanlarında, kimi zaman da diplomasi masalarında süren “Gölgeler Turnuvası”, bir yüzyıllık bir “stratejik kapışma” olarak, sadece yaşandığı sürede değil, artçı şoklarıyla da elbette Osmanlı İmparatorluğu’nu çok etkiledi.
Sadece İttihat ve Terakki Üçlüsü’nün en güçlüsü Enver Paşa’nın ölüm yeri ve sebebini anımsayalım: Enver Paşa, 41 yaşında, 4 Ağustos 1922’de, Tacikistan’da, Pamir Dağları'nın eteklerindeki Çeğan Tepesi'nde, Rus güçlerine karşı savaşırken öldü ve Âbıderyâ Köyü'ne gömüldü. Enver Paşa’nın son unvanı, “Turan ve İslam İhtilal Orduları Serdarı İslam ve Buhara Leşkerlerinin (Askerlerinin) Emiri” idi. Bu savaştaki anacı da, “İslam Birliği” kurmaktı.
Enver Paşa’nın cenazesi, Tacikistan’dan Türkiye’ye getirilerek, 5 Ağustos 1996'da yapılan devlet töreniyle İstanbul'daki Abide-i Hürriyet Tepesi’ndeki anıtmezara gömüldü.
Anıtmezar, İstanbul Büyükşehir Belediyesi (dönemin belediye başkanı Recep Tayyip Erdoğan) ve Kültür Bakanlığı'nca (dönemin Kültür Bakanı İsmail Kahraman) ortak olarak hazırlanmıştı. Dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, cenazenin Tacikistan’dan getirilmesinde kilit rol oynamıştı.
Tarihin tuhaf cilveleri…
Rusya, Türkiye, İran, artık var olmayan Britanya İmparatorluğu’nun yerini alan ABD… “Büyük Oyun”un 21. yüzyıl hâlini, bir sonraki yazıda Kremlin’in Avrupa’daki bugünkü etkisine bakarak incelemeye devam edelim.