Saçın hatrı saçın hatırası
Her küçük ölümde saç kesilir. Kendine katlanamadığında çaresizlikten ya da bir totem isteğiyle umutla kestirirsin saçlarını
10.10.2019
Hatırlamak denince akla önce zihin gelir. Ne büyük yanılgı. Elbette, bilimsel olarak anıların çağrılması işleminin beyinde olup bittiğini biliyoruz. Ama hatırlamak, bir ânın ruhunu çağırmak demek ve ruh dediğin de aslında bütün varlığını kapsar. Ten hatırlar, yara hatırlar, bedenin her bir uzvu ve iç organlar hatırlar. Gözyaşın ve tükürüğün hatırlar. Gözün, burnun, ağzın, dilin, yüzündeki çizgiler ve gülüşün hatırlar.
Bir de saç hatırlar… Boşuna değil eski zaman âşıklarının zoraki bir ayrılıkta birbirine bir tutam saç vermesi. O saçla kendini, aşkını mühürlemesi diğerinde. Saçın hem hatrı var hem hatırası hepimizde.
Kökü toprağın altına, dalı gökyüzüne uzanan “deli kraliçe” Gülten Akın, yaşsız bir bilgeliğin ve deli coş kadınlığın sesiyle haykırmamış mıydı hem:
Kestim kara saçlarımı -n'olacak şimdi-
Bir şeycik olmadı deneyin lütfen
Aydınlığım deliyim rüzgârlıyım
Günaydın kaysıyı sallayan yele
Kurtulan dirilen kişiye günaydın
Şimdi şaşıyorum bir toplu iğneyi
Bir yaşantı ile karşılayanlara
Gittim geldim kara saçlarımdan kurtuldum.
Kadınlığın güzel türküsüdür onun Kestim Kara Saçlarımı şiiri. Bir isyana salar ruhunu Gülten Akın. Aşkın gücüyle töreye, geleneğe, düzene karşı öfkesini haykırır. Hafifler makasıyla. Ne de olsa “ağzında bir macera tadıyla / “ben melâmet hırkasını kendim giydim eğnime” diyen kraliçedir o. Taç niyetine deliliğini taşıyan.
Makası vuran kim?
Ama o makas ancak hür iradeyle sallandığında kurtarır ruhu. Saçın hatırası ise cezalandıran makas darbeleriyle doludur. Darbe dönemlerinde muhalif sayılan herkes asker tıraşına zorlanır. Despot rejimler kadın direnişçileri saçlarından sürür hep. Bireylikten çıkarmanın, tektipleştirmenin, sözüm ona biat ettirmenin görünen yüzüdür saça dönük operasyon. Nazi toplama kamplarında da kıyafetlerinden, hayatlarından, anılarından soyundurulan insanların saçlarının nasıl sıfıra vurulduğunu hatırlarız dehşetle. İşin daha acısı, 1940-44 yılları arasında Naziler tarafından işgal edildikten sonra Fransa’da binlere kadın, Nazi askerlerine yardım etme ya da onlarla ilişkiye girme suçlamasıyla linç edilirken meydanlarda saçları kazınarak, çırılçıplak soyularak ve yüzlerine, bedenlerine gamalı haç vurularak cezalandırıldı. Bunun adı ibretti sorsalar, ancak benim açımdan faşizmin mikrobunun yayılmasından öte bir şey değildi. Karşısında savaştığına benzerken meşru zulüm bahanesine sığışamazsın. Aynı acıyı çoğaltamazsın.
Kadınları Orta Çağ’da cadı diye yakarken de saçlarını keserlerdi. Ama bu her devrin ilham verici cadılarının ortaya çıkmasına engel olmadı. Heteronormatif düzenin ikili cinsiyet sistemi kadın ve erkeği her dönemde görünüşünden davranışına, seçeceği meslekten kamu hayatına katılımına roller biçerken, saç da moda endüstrisi aracılığıyla dayatılan bir estetik zorunluluğa dönüştü. Amerikan tıraşlı erkekler, topuz saçlı ya da maşalı, bigudili lüleleri keskin bir özenle yüzüne düşüveren kadınlar vardı. Ama saçın gücü büyülü bir şey. Punk, Hippie, Grunge gibi pek çok akım genel geçer görünüme karşı saçın başın ve elbette varlığın isyanıyla doğdu. Kadınlara biçilen bakımlı sırma saç dönemin ortasına huzursuz ruhu sonradan türlü arayışlarla çırpınan Sinead O’Connor, “Nothing Compares to You” şarkısıyla daldığında, şarkının yorumu kadar koca gözlerini ve güzelim yüzünü karşımızda çırılçıplak bırakan tıraşa vurulmuş kafasıyla sarstı herkesi. Tıpkı kanserle mücadelesini değil hayatı kutsayışını an be an bizlerle paylaşan Neslihan Çantay’ın gururla taşıdığı tıraşlı başı gibi. Yine cadılar yaratıldı onlardan da. Kadının isyanından daha ürkütücü az şey vardır ne de olsa dünyada.
Aynanın gör dediği
Çoğunlukla imaj yenileme sayılsa da insanın saçıyla oynamasının derin, duygusal sebepleri ve hafızaya kazınmış anılarla ilgisi var. Bir totemdir yeni saç biçimi. Sanki hiçbir şey değişmezken, aynadaki suretine müdahale edebilirsen, kaderini dönüştürecek gücü de bulabilirmişsin gibi. Hayata küstüğünde kendini unuttuğunda aynalara katlanamazsın. Döneminin avantgarde yazarlarından ve lanetlenmiş ruhlarından Jean Rhys, unutulmaz romanı Günaydın Geceyarısı’nda (Good Morning Midnight) ne etse uyum sağlayamadığı toplumdan kaçacak fare deliği arayan Sasha Jansen’in tuvaletlerle, en çok aynalarla sınavını paylaşmıştı olanca yakıcılığıyla ve tanıdıklığıyla: “Tuvaletler… Tuvaletler üstüne bir monografiye ne dersiniz bayanlar?.. Londra’da bir tuvalet, siyah-beyaz mermerden ve sıra bekleyen onbeş kadın, her birinin elinde bir peni… Bir tanesi bile, sıradaki yerinden fırlayıp asık yüzlü tuvaletçi kadını bir yana itip öne geçecek cesur yüreğe sahip değildir. İşte disiplin dedikleri de budur… Floransa’daki tuvalet ve fantastik biçimde giyinmiş çok güzel bir kızın paldır küldür içeri daldığı gibi yaşlı bakıcıya sarılması, bir kesekağıdından çıkardığı pastaları ona yedirmesi. Kadının dansöz kızı mıydı?.. Paris’teki o küçük, sıcak tuvalet… Bakıcı kadın uyuşturucu satardı – yaralı yürekleri rahatlatacak bir şey.”
Az sayıda merhametli istisnası olsa da çoğunlukla Sasha’nın karşısında çıkan aynalar da tıpkı insanlar gibi zalimdir. Orada da aynı alaycı bakışla karşılaşır:
“Bu tuvalet de çok iyi tanıdıklarımdan biri, şu ayna, iyice tanıdık bir ayna.
‘Oooo, merhaba,’ diyor bana, ‘buraya geçen sefer baktığında çok farklıydın, değil mi? İnanır mısın, gördüğüm yüzbinlerce yüzün her birini hatırlarım. Bir daha bana baktıklarında onlara geçmişten – hafif bir ses, bir yankı gibi – bir resim göndermek için hayaletler saklarım.’ Bütün tuvaletlerdeki bütün aynalar aynı numarayı yapar bana.”
Hayaletler saklayan aynalar karşısında hangimiz sınanmadık?.. Tenin hafızası var, saçın hatrı ve hatırası… Bilinmez ve önü alınamaz bir salgınla krizler eşliğinde duyularını kaybetmeye başlayan insanlığın distopik hayatına odaklanan David MacKenzie’nin Perfect Sense (Yeryüzündeki Son Aşk) filminde bilim kadını Susan (Eva Green) ve restoran şefi Michael’ın (Ewan McGregor) aşkına bakarken, duyu ve hatıranın tuhaf ilişkisini de düşünme imkânı buluruz. Tabii dayanabilirsek. İnsanlar önce birkaç dakikalığına kendileri için en kıymetli olan birinin, bir şeyin kaybını yeniden hissederek derin bir kedere savrulurlar ve bu nöbetin ertesinde koku alma duyularını yitirirler. Çünkü koku en çok da çağrışım ve anıyla ilgilidir.
Saçın hikmeti burada başlar. Saç, ten kokusunun mührüdür. O yüzden sanki garip bir manyetik çekim varmışçasına sevdiklerimizin saçını koklarken buluruz kendimizi. Ve bir bebeğin tüy gibi saçlarına konup güllü süt kokusunu içine çekmenin tadına doyum olmaz.
Saç, rüzgârı çağırır hatırada. Saçını rüzgâra savurmak, suya konuşmak gibidir; özgürleştirir. Ve o özgürlük anında donar resim. “Saçlarını dağıtır rüzgâr Yeditepe üzerinden/Hatıralar tarihin küllerini savurur” der Levent Yüksel’in sesinden bir Sezen Aksu şarkısı. Neşet Ertaş’ın kalbe işleyen türküsünde yine o an vardır:
Zülüf Dökülmüş Yüze Aman,
Kaşlar Yakışmış Göze Aman Aman.
Usandım Bu Canımdan Aman Aman,
Derd İle Geze Geze.
Her küçük ölümde saç kesilir. Kendine katlanamadığında çaresizlikten ya da bir totem isteğiyle umutla kestirirsin saçlarını. Kuaför ve berberler hikâye toplayıcısıdır o yüzden, o sırrı bilirler. Aynalar toplar kimseye göstermediğin bakışları.
‘Hani yarın intihar edecektin?’
Bazen de kendin kesersin ya da usturaya tıraşa vurursun kafanı. Wes Anderson’ın kendi hayatımızdaki anları hatırlamaya zorlayan yoğunluktaki The Royal Tenenbaums (Tenenbaum Ailesi) filmindeki unutulmaz sahnede olduğu gibi.
Gene Hackmen, Bill Murray, Anjelica Houston, Gwneth Paltrow, Ben Stiller, Luke Wilson ve Owen Wilson kardeşleri bir araya getiren hikâye anlatıcısı Anderson, handiyse karikatür olabilecek tipler yaratıp duyguyu iliklere geçirtme kabiliyetiyle bu tuhaf ailenin bütün fertlerini bir biri karşımıza koyup bırakır.
Ailenin evlatlık üvey kızı Margot’ya (Gwyneth Paltrow), çocukluğundan beri tutkun olan ve Margot’nun evlendiği günün ertesinde çıktığı şampiyonluk maçında sinir krizi geçirip tenisi bırakan eski yıldız Ritchie (Luke Wilson), yıllar sonra bu içine gömdüğü ve hayatını tepetaklak ettiği aşka katlanamadığında bir banyoya sokar bizi. Alamet-i farikası gözlüklerini çıkarıp saçlarını kesmeye, sakalını tıraş etmeye başladığında ruhunu soyduğunu hissedersiniz. ‘Needle in the Hay’ şarkısı eşliğinde kollarını jiletleyip intihara kalkıştığında hatırladığı, saçları her hareketiyle usulca havalanan Margot’nun kaydettiği an görüntüleridir. Çarpılıp kalırsınız. Çünkü Ritchie, aynadaki aksine ve bize bakıp “Yarın kendimi öldüreceğim” demiş ve hemen sonrasında kendini jiletlemiştir. Kendinizi “Hani yarın intihar edecektin?” diye sorarken yakalarsınız. O kadar yakındır Ritchie çaresizliğinde.
Anderson hayali sokak isimleri ve kahramanların hiç değiştirmediği kıyafetler eşliğinde masalsı ve teatral bir atmosfer yaratırken bize hep zamanın durduğu o anları hatırlatır gibidir. Ve kendi hayatımızdakileri hatırlamanın gerekliliğini.
İntihar sonrası Margot ve Ritchie, Ritchie’nin odanın ortasında duran ve içinde uyuduğu o sarı çadırında yüzleşir. Çocukluklarının sığınağında. Kendi çadırlarımızı hatırlarız. Çadırcılık çocukluğa dairdir ama bu yetişkinler bir yanlarıyla zaten hiç büyüyememiştir.
Saç hem zırhımız hem açık yaramızdır. Sığınağımız ve meydanlarda kollar iki yana açık teslimiyetimizdir. Aczimiz ve kudretimizdir. Tıpkı aşka kanıp sevgilisi Delilah’a, Tanrı’nın bahşettiği yenilmezlik gücünün sırrının hiç kestirmediği saçları olduğunu itiraf eden ve saçları kendini usulca uykuya bıraktığı bu kadının dizlerinde kesilip düşmana teslim edilen savaşçı Samson’un hikâyesinde olduğu gibi.
Saç her şeyin ilkini tutar dibinde. İlk aşk, ilk ihanet, ilk mutluluk, ilk acı. Uzalır kısalırız, büyürüz saçımızla. Aynadaki aksimizi, hayatın izini kabullenmeyi öğreniriz ömürlük sınavda. Elimizle uzanamadığımız sırtımızın orta yeri kadar yalnızdır saçlarımız da. Başımızı okşayacak birilerine kendimizi giderek daha zor emanet edebildiğimizden. Gittiğimiz her yere saçımızdan birkaç tel bırakır, yeryüzüne karışırız. Saç, hakkını istemeye devam eder. Hatırlatır ve yeni anılara yer açar her seferinde.
Unutmayacağımızı kabul ettiğimizde saçımıza teslim oluruz. İyi ki de böyle…