Sahi, sorun nedir? 

Demokratikleşme ve yüzleşme noktasında siyasi ve toplumsal bir mutabakat ihtiyacı, öncelikle her türlü milliyetçi demagojilerin güç ve etkisini aşmış olmayı gerekli, hatta zorunlu kılar. Eğer bu tespit asgari bir doğruya işaret ediyorsa, MHP eliyle gündeme getirilen “açılımın” gerçek bir barışın karşılığı olup olmadığı, insanı ister istemez kara kara düşünmeye sevk ediyor… 

CAFER SOLGUN

29.11.2024

Devletin “Devlet Bahçeli” açılımı devam ediyor. PKK lideri Abdullah Öcalan TBMM’de DEM Parti grubuna hitaben bir konuşma yapmayacak belki ama Bahçeli’nin “ısrarı” neticesinde önümüzdeki günlerde DEM Partili bir heyetin İmralı’da Öcalan’la görüştürülmesine herhalde artık kimse şaşırmayacak. Gayet “başarılı” bir şekilde kamuoyu bu duruma “hazırlandı” hem de Çözüm Süreci döneminde meydanlarda ip sallayan, AKP ve Erdoğan’ı “ihanet” ile suçlayan MHP üzerinden…

Yazılarımda sıkça vurguluyorum; mesele PKK’nin silah bırakmasından, silahlı mücadeleye son verdiğini ilan etmesinden ve hatta kendini feshetmesinden “ibaret” değildir. Gündemin efendileri kamuoyunu bu yönde manipüle ediyorlar; “PKK kendini feshedecek, terör bitecek, bitirilecek, böylece sorun da bitecek.” 

Çözüm Süreci döneminde meselenin Rojava ile ilgili boyutuna dikkat çektiğim zaman, “yandaş” çevrelerden “Sen Çözüm Sürecine  karşı mısın yoksa?” tepkileriyle karşılaşıyordum. Şimdi de sorunun esası Kürt sorunudur diyen yazılarıma değişik çevrelerden benzer tepkiler alıyorum; “Sorun çözülüyor işte, çözülmesini istemiyor musun yoksa? Aaaa?”

Tekraren vurgulamış olayım; sorunları, sıkıntıları da olsa demokratik mücadele imkanları varsa, silahlı mücadele, hiçbir sorunun tercih edilecek “çözüm yöntemi” değildir. 

Bugün de, baskılar var, sorun ve sıkıntılar var ama neticede TBMM’de DEM Parti siyaset yapıyor (daha küçük ve etkisiz başka Kürt partileri de var), “kayyum” tehdidi altında seçimle kazanılmış çok sayıda belediyesi var, sesini, soluğunu, itirazlarını duyurabiliyor. “Sine-i millete” dönmek gibi bir eğilimi, hatta iç tartışması bile yok bildiğim, gördüğüm, izlediğim kadarıyla. Bazı bakımlardan 12 Eylül rejimini adeta aratan sorunlar olsa da yaşadığımız şartlar 12 Eylül şartları değil neticede. 

İmralı’daki tecridin kaldırılması, Öcalan’ın konuşması, hatta “umut hakkı” kapsamında serbest bırakılmasının tartışılması, PKK’nin silahlı faaliyetlerine son vermesi (vb) sorunun nihai çözümü ve barış adına kuşkusuz “olumlu” adımlar olur. Gerçek bir çözüm sürecine girmenin önü açılmış olur. Yeterince açık konuştuğum kanısındayım…

Sorunun “esasını” hatırlatan yazılarıma, övgüler bir yana (sağolsunlar), enteresan tepki verenler için cevap hakkımı bilahare kullanmak üzere şimdilik “neyse” demekle yetiniyorum…

Sorun nedir?

Sorunun müsebbi, egemen devlet zihniyetidir. Kürt sorunuyla ilgili, red, inkar ve imha, asimilasyon siyaseti güdülmesidir. Sorunun nedeni ve kaynağı, budur. Bu nedenle devletin demokratik bağlamda yeniden yapılandırılması gereği vardır ve ufukta bu yönde herhangi bir belirti, maalesef demek gerekir, yoktur. Anayasanın tekçi, faşizan ideolojisini değiştirmek şöyle dursun, bunun lafını etmek bile hala cesaret işidir… 

Realite budur ve bununla yüzleşmeye cesaret etmeden, köklü bir zihniyet dönüşümü için çaba göstermek iradesini ortaya koymadan nasıl kalıcı, nihai ve onurlu bir barış inşa edebiliriz? 

Herkesin, hepimizin diline pelesenk olmuş demokrasinin evrensel normlara uygun, sahici ve işleyen bir nitelik kazanması, egemen devlet zihniyeti ve Kürt sorunu başta olmak üzere yol açtığı sorunlarla öncelikle yüzleşmeye cesaret etmeden mümkün olabilir mi?

Tarihten öğrenelim: Tarihsel, toplumsal kökleri, derinlikleri bulunan hiçbir sorun, inkar, yok sayma ya da zorla bastırmak suretiyle ortadan kaldırılamamıştır. 

“Yenen-yenilen” türü kavramların aldatıcı ve kesinlikle yeni sorunların temellerini atan mantalitesini aşarak gerçekleştirilen yüzleşme ve uzlaşma pratikleri, yeni bir anlayışla kendisini yeniden yapılandırabilmenin, birlikte daha güvenli bir gelecek inşa etme sorumluluğunu paylaşabilmenin temellerini atan bir anlam ve önem ifade etmektedir. Bu, insanlığın acı deneyimleri ile, çok ağır bedeller ödeyerek varılmış olan bir gelişme düzeyi olarak da anlaşılmaya değerdir ve öyledir…

Yaşanmış acı ve can yakıcı deneyimlerden öğrenelim: Eski ve tarihsel olarak aşılmış, miadını doldurmuş bir dönemin arkaik mantık ve yaklaşım kalıplarıyla, üslubuyla, politikalarıyla, demagojiyle, milliyetçi hamasetle Kürt sorununu nihai bir barışçıl çözümle nihayetlendirmek mümkün değildir.  

Zihniyet dönüşümü…

Zihniyet dönüşümü, söylendiği kadar kolay gerçekleşen bir süreç değil. Kendini ve tarihin mantığını, “zamanın ruhunu” ideolojik önyargılardan, dogmatik düşünsel kalıplardan arınarak doğru ve bilimsel çözümleme güç ve kapasitesi gerektirir. Kendisini üzerinde kurguladığı fikrî, ideolojik, siyasi sistematiği değiştirmeye açık tutması gerekir. 

Kolay değildir ve hele ki hayatın dayattığı demokratik dönüşüm ihtiyacına geçtiğimiz yüzyıldan kalma köhnemiş bir statükocu dirençle karşı koyan bir devlet aklı işbaşında ise…

Bu direnç, belli bir tarzda yönetmek, siyaset yapmak, düşünmek, yaşamak ve toplumu kendi ideolojik kalıplarına göre şekillendirmek isteğiyle karakterize olduğu için, her türlü demokratik değişim-dönüşüm gereklerini “bekaa sorunu” olarak anlayan, anlamlandıran kopkoyu bir tutucu nitelik taşıyor.

Bu statükocu direncin, toplumsal bir temeli, karşılığı da var üstelik ve milliyetçi manipülasyonlarla, “devletin milletiyle bölünmez bütünlüğü” ideolojisiyle canlı tutuluyor. Milliyetçi söylemlerle yaratılan kutuplaştırıcı gerilimin toplumsal bir karşılığı bulunması, demokratikleşme ve dolayısıyla geçmişle yüzleşme bakımından son derece zor ve karmaşık bir tablo ortaya çıkarıyor. 

Bu nedenle denilebilir ki, demokratikleşme ve yüzleşme noktasında siyasi ve toplumsal bir mutabakat ihtiyacı, öncelikle her türlü milliyetçi demagojilerin güç ve etkisini aşmış olmayı gerekli, hatta zorunlu kılar. Eğer bu tespit asgari bir doğruya işaret ediyorsa, MHP eliyle gündeme getirilen “açılımın” gerçek bir barışın karşılığı olup olmadığı, insanı ister istemez kara kara düşünmeye sevk ediyor… 

Türkiye’de uzun yıllar boyunca demokrasi ve demokratikleşme, çok partili siyasi hayat olarak algılandı; veya onu böyle anlamamız istendi. Oysa demokratikleşme öncelikle farklılıkların eşit ve özgür bir ortamda bir arada varolabilmelerini güvence altına alan bir anlayış ve toplumsal kültür sorunu idi. Rosa Luxemburg’un deyişiyle, “Ötekinin özgürlüğü” idi, Balzac’ın deyişiyle “çeşitlilik içinde birlik” olabilmek idi… Sorunumuz tam da bu işte…

Türkiye, bir parçası olduğu coğrafyayı sarsan gelişmelerden doğrudan etkilenmeye açık bir ülke. Çünkü bir Kürt sorunu var. İktidar koalisyonunun gördüğü budur ve MHP üzerinden harekete geçmesinde bu durum ve yol açması muhtemel gelişmelerin payı büyüktür. Ne var ki gerçek bir çözüm, kalıcı bir barış konusunda, kimsenin umudunu kırmak istemem ama henüz yolun başındayız. “Bu da bir şeydir” denilebilir elbette; itirazım yok.

*** 

Çok “geçmiş” ile iştigal ettiğimi düşünen okurlara toplu cevabım olsun: Henüz  bu bilince varmış olmaktan maalesef çok uzağız ama barış ve yüzleşme, sanılanın aksine geçmişimizden çok bugünümüz ve geleceğimizle ilgilidir. Çünkü geçmiş yaşanmıştır, gelecek ise yaşanacak, inşa edilecek olandır ve bunu doğru yapabilmek geçmişin derslerinden öğrenmeden mümkün değildir…

> 30 Kasım 2024 günü Diyarbakır Kitap Fuarında olacağım. Bu vesileyle bir süre “bölgenin” nabzını tutacağım. Siyaset kulislerinden “bildirenler” çok nasıl olsa; ama bakalım halk ne diyor, ne düşünüyor…