Sahteliklere karşı hakikat muharebeleri
Sahte olan her şeyi alt ettim. Küçük bir devrim yaptım. Koca bir fark yarattım. Bu bendim ve çok güzeldim.
20.11.2022
Uyuyamadığım gecelerin yeni düzeni uyarınca üçe doğru yatay pozisyona teslim olup şaşmaz bir isabetle gelen karabasanlardan beşe doğru sıçrayarak uyanıyorum. Arka balkonun sessizliğine sığınıyorum hemen, gölgesi kendinden büyük ağaçlar eşliğinde bir sigaraya. O akşam patlama olmuş şehirde. “Seçim öncesi yine kesin bombalar patlar” diye arkadaşlarla konuşmalarımız geliyor aklıma. Yine sözcüğündeki bezgin kanıksama. İnsan, bombalara ve organize kötülüğe alışmamalı. Sırf seçim yaklaşıyor diye korkunç müzikli seçim otobüslerinden daha önce olası provokasyon ve saldırıları düşünür, bekler hale gelmemeli. Daha ilk andan failinden sebebine her konuda yalan söyleneceğini bilmemeli. Her şeyin karanlıkta kalacağını. Ama hep böyle oldu.
Her şey sahte. Acımız dışında.
Ortalıktaki tek ışık elimdeki telefon. Saatlerce yavaşlatıldı internet. Twitter birikmiş öfke, korku ve isyanla dolu. Arada çok uzaklardan, bu gündemden tamamen bağımsız bir hesap kendi uyuyamadığı gecesinin tatlı hikâyesini paylaşmış. Onu okuyorum gülümseyerek: “Evin önünden geçen tilkiler gecenin bu izansız saatinde beni uyandırdı. Bunun üstüne ben de Young Royals’ı yeniden izlemeye başladım ve Simon’ın ikinci sezondaki derin nefes alışlarını saydım. Tam 53 kez! Bebeğimiz nasıl da stresli. Bir kısa arayı ve sarılmayı hak ediyor…”
Netflix’in İsveç üzerinden dünyaya hediye ettiği popüler dizisi Young Royals’ın ikinci sezonu tam da bu günlerde gösterime girdi. Ben pek çok gündemdeki şeye arkadan, dinamiği kendinden menkul bir tuhaf iç saatle ilgisiz zamanlarda yetiştiğim için, dünyanın kendinden geçtiği coşku dolu ilk sezonu çok geç keşfettim. Hikâyeye daldığımda hayran dünyası yeni sezon için çoktan geri sayıma geçmişti bile.
İlk bakışta İsveç’te kraliyet ailesi üyeleri başta olmak üzere soylu ve zengin ailelerin çocuklarıyla, burslu olarak kabul edilen az sayıdaki gencin eğitim aldığı bir yatılı okuldaki gençlik macerasının hem de İsveççe yayınlanmış haliyle dünya genelinde bu kadar ilgi görmesi anlaşılır iş değil. Gel gelelim zaten bu tanım da dizinin hikâyesini anlatmaktan ancak bu kadar uzak olabilir. Benim açımdan hikâyenin özü sahte ve yalan olana karşı mücadele ve hakikat arayışı, kendi olma azmi. Yani hayatımızın kısa özeti.
Gecenin sanki senden başka kimseler yokmuş şu yeryüzünde hissini uyandıran bu vakti için “izansız saat” diyen bu tanımadığım kadından daha yakın kimse yok ruhuma o an. Ne hayat, diyorum kendi kendime. Sen git gecenin bir vakti tilkilerin sesine uyan. Sonra uykun kaçtı diye diziyi yeniden izle. Yetinme, Simon’ın iç çekişlerini say. Tam benlik delilik.
Balkonda üşüyecek kadar kalakaldıktan sonra ben de bilgisayar başına geçiyorum. Baştan sona izleyebilecek gücüm yok diziyi yeniden o gece. Katliam, cinayet, hep daha fazla ölüm haberi aldığım, göz altı, tutuklama listeleri taradığım lanet bir tarihin artığıyım. Her yeni halka eskisine eklenir. En son güldüğün andan utanırsın. Her şey çok acıtıcı bir tanıdıklıkta. Ama o diziden kendime, izlerken akışı durdurup volta attığım bir anı kerelerce izleme hakkı verebilirim. Ne de olsa bu da bir uyanış ve kabullenme anıydı. En hakiki kurgu şu yalan vakitlerde.
Makyaj ve balıklar
İlahi rastlantı gereği veliaht prens Wilhelm’in okulda verilecek maskeli baloya hazırlanışını gösteren bu kısacık sekans, oyuncu Edvin Ryding’in da en etkilendiği sahneymiş. Aime Simon’ın kerelerce dinlemekten kendinizi alamayacağınız “In This Dark Time” şarkısının bir bölümü eşliğinde Wilhelm’in aynanın karşısında başına peruğunu geçirip yüzünü beyaz tozla kaplayışını izliyoruz. Gerçek hayatta bir prens olan gencin balo için de kıyafet ve makyajla prense dönüşmesinde çok ironik bir durum var. Kaçamadığı ve sürekli bedel ödediği bir kimliği kendi hür iradesiyle eğlence niyetine üzerine geçirirken, aynı zamanda ne zamandır ayrı oldukları okul arkadaşı ve aşkı Simon’ın artık hakikaten onsuz bir hayata başladığını ve onu salıvermesi gerektiğini de fark ediyor. Tek kelime replik olmayan sahnede prensin sahte dünyaya teslim oluşunu, aşksız bir hayatı kabullenişini izliyoruz. Wilhelm usulca ağlıyor ve sahne bir anda partinin renkli ışıklı, deli müzikli eğlencesine geçiyor.
Bu sahneyi anlatırken Edvin Ryding’in tasviri, rolü nasıl bu denli sahici bir şekilde canlandırabildiğinin de ipucunu veriyor aslında. “O anda Wille geleneksel prens imgesine dönüştüğünü fark ediyor. Çok yalnız, Simon’ın başka birini sevmesine izin vermesi gerektiğini kabullenmiş. İşin en kötü kısmı da makyajı yapanın doğrudan kendisi olması.”
Simon’ı canlandıran ve dizideki ilk oyunculuk denemesinin ötesinde şarkıcı olarak tanınan Omar Rudberg için de etkilendiği sahne benzer bir şekilde bir hakikat anının ifadesi. İlk sezonda Wilhelm, Simon’ın evine geldiğinde odasındaki akvaryuma takılmış, turuncu balıkların isimlerini sormuştu. Bir yandan da Simon’ın arkasına geçmiş onu boynundan usulca öpüyor ve sarıyordu. Simon’ın kekeleyerek her birinin ismini söyleyişi sıcacık bir anı olarak kaldı izleyenlerde. Bu sezon Simon’ın kendi şehrinden ana sınıfı arkadaşı, okulun ahırlarına ve atış talim alanına bakan Marcus’la yeni bir aşk denerken birlikte partiye gitmeden önce Marcus’un balıkların ismini sorması üzerine kalakaldık ekran başında. Simon da duraksadı bir an. Sonra “Balıkların ismi yok.” dedi. Anısını korudu. Omar da belli ki bizimle aynı fikirde. “Bu replik Simon’ın Wilhelm’e olan aşkına dair çok şey söylüyor diye düşünüyorum.”
Anlatımın olanca şefkatine karşın senaryo alabildiğine haşin ve gerekçi. Hayatın içerisinde olabilecek hiçbir şeyden izleyici olarak muaf tutulacak ya da romantize bir korumacılık eşliğinde sıyrılabilecek değiliz. İki sezon, gençlerin yeni okul dönemleri ve değişen mevsimler eşliğinde süregiden büyüme hikâyesine koşut olarak iç içe örülmüş. Lisa Ambjörn, Lars Beckung ve Camilla Holter’in yarattığı; Rojda Şekersöz, Lisa Farzaneh, Kristina Humle, Erika Calmeyer’in yönetmenliğini üstlendiği; Pia Gradvall, Tove Forsman, Lars Beckung ve Ebba Stymne’nin senaryosuna eşlik ettiği ekip işi yapımda çekimler, kurgu ve paralel sahneler can yakıcı bir incelikle akıyor. Tıpkı hayatın o akıl almaz kurgusu gibi.
Wilhelm’le Simon’ın hikâyesinde bitmek bilmeyen bir döngü var, bazen birleştiren çoğu zaman da ayıran ve o hâliyle fasit daireye dönüşen bir çaresizlik. Gittiği eğlence mekânında çıkan bir kavga sonrası normal lisesinden aile kararıyla alınıp ağabeyi ve annesinin de okuduğu bu özel yatılı okula verilen Wilhelm’in, sahip olduğu onca imkân içerisindeki yalnızlığı ve bunun yalnızlık oluşunu dahi bilmeyişi can yakıcı. Ta ki Simon’la tanışana kadar. Yakındaki küçük şehirde oturan, alkolik eşinden boşanmış bir anne tarafından sınırlı koşullar içerisinde kız kardeşi Sara’yla (Frida Argento) büyütülen ve bu okulda burslu okuyan Simon aracılığıyla bütün yozlaşmışlıkları izliyoruz aslında bir yandan. Okul öğretmenlerinden bir kısmının özel ders verdikleri öğrencileri daha iyi notlarla kayırması ve dahası özel ders faturalarının doğrudan okula kesilmesi, Simon’ın da bu sırf bu yüzden özel ders almak ve bunun için para bulmak zorunda kalması yozluğa bir örnek. Gelenek kisvesi altında her tür pisliğin üstünü örtmeye hazır kraliyet de sorgulanan bir diğer kurum. Dolayısıyla çoğu aile işlerini ve konumlarını devam ettirmek durumunda olan her bir genç aslında düzenin neresine oturacağı neresinden kalkacağı noktasında zaaflarına karşı bir mücadele veriyor. Asperger ve dikkat bozukluğundan mustarip Sara, okulun popüler kızı olma zaafıyla kardeşinin bütün ülkeye açık edildiği videoyu yayan kişiden bu bilgiyi saklama karşılığında yatılı okula kabul konusunda yardım istiyor. Sara’nın sırrının kaçınılmaz olarak ortaya çıkacak olması bu sezonun en endişeyle beklenen sahnelerinden biriydi. Doğrusu beklentileri de aşan bir sarsıcılıkla geldi.
Herkesin açık ara nefret objesi August için bile tek bir duygu hissetmeye imkân yok. Hem oyuncu Malte Gårdinger’in karaktere kattığı derinlikten, hem de senaryonun incelikli gelişiminden dolayı. August hırs kurbanı olsa da için için babasının intiharı, ailesinin iflasın eşiğine gelişi sonrası uyarıcı haplara sığınarak performans kanıtlama yarışına girmiş yaralı bir genç. Hak, eşitlik, adalet isteyen Simon, hakir gördüğü alkolik babasının kaçakçılık işine zorunluluktan da olsa bulaşarak para kazanmanın yolunu arayabilecek bir çocuk. Prens olmaktan bucak bucak kaçan Wilhelm Simon’ı korumak ve geri kazanmak için başka bir gencin okuldan atılmasına göz yumacak ve August’un dünyasını karartmak üzere kürek takımı kaptanlığını, kulüp başkanlığını, kısacası tekmil iktidarını elinden almak için türlü hamlelere soyunacak denli buyurgan. Dolayısıyla kimse sadece kurban ya da sadece fail değil. İyilik ve kötülük, insan denen karmaşık varlığın gücü ve zayıflığına bağlı olarak her insanda, hele hele kendi benliklerini bulmaya çalışan bu gençlerin her birinde sürekli yer değiştire değiştire ortaya çıkıyor.
Birbirine çekilen ve onca kavgaya karşın birbirinden de kopamayan Simon ve Wilhelm’in hayat dertleri ilk bakışta çok farklı. Oysa onları özünde birleştiren koca bir boşluk var içlerinde. Simon, mahalleden imkânları kendilerininki gibi kısıtlı iki yakın arkadaşa sahip olsa da bu okulda hep dışarlıklı. Hayalleri artık bu şehre sığmadığından sürekli kendini ekstradan kanıtlama ihtiyacında. Koronun melek sesli solisti olarak karşılama töreninde şarkı söylerken fark ediyor onu ilk kez Wilhelm. Ve o andan itibaren de hep hayranlıkla bakıyor bu gence. Çünkü şarkı söyleyen Simon, kalbin sesi denen şeyin cisimleşmiş hâli gibi, ışıklar saçan bir varlık.
Birbirlerinden fersah fersah öte hayatları sevgileriyle örmeye çalışan bu iki gencin hikâyesi türlü oyun ve entrikalarla, yanlış anlamalarla sürekli sekteye uğruyor. Zira senaryo kimseye acı ve hata konusunda iltimas geçmiyor. Hikâyenin büyüsünü katlayan şey hiç şüphesiz baş rol oyuncuları Edvin Ryding ile Omar Rudberg’in akıl almaz uyumu. Omar, Edvin’le ilk provalarına dair şunları söylüyor: “Edvin bir anda kucağıma yattı. Ben de saçıyla oynamaya başladım. Simon ve Wilhelm olmaya başladığımızda daha dört satır cümle bile kurmamıştık herhalde karşılıklı.” Dizi sırasında yakın arkadaş olan ve aradaki bir yılı da hep birlikte geçiren oyuncular bu sezon doğaçlamaları ve aralarındaki kimyayı misliyle katlamış. O kadar ki hikâye iki oyuncuyu çok kısıtlı zaman için biraraya getirse de ayrı olunan her anın bakışlar ve ifadeler üzerinden işlenen duyguları insanın içine işliyor. Biz de onlarla birlikte o çaresizliği, öfkeyi, korkuyu, umudu, özlemi hissederken buluyoruz kendimizi. Attilâ İlhan’ın dizelerini hatırlamak gerekirse; “çünkü ayrılmanın da vahşi bir tadı var / çünkü ayrılık da sevdâya dahil / çünkü ayrılanlar hâlâ sevgili / hiç bir anı tek başına yaşayamazlar / her an ötekisiyle birlikte / her şey onunla ilgili”
İsmiyle tezat bir ironiyle hakikatin açığa çıkmasına vesile olan maskeli baloda “Anlıyorum. Artık bana aşık değilsin. Seni rahat bırakacağım. Erkek arkadaşın gerçekten iyi birine benziyor.” diyor Wilhelm sonunda. Vazgeçiyor, kendini de Simon’ı da özgür bırakıyor birbirlerinden. O âna kadar kıskandırmak ve can yakmak için, bir yandan da hayata eski aşkı olmadan devam edebileceğini kendisine kanıtlamak için her şeyi yapan Simon’ın bakışı görülmeye değer. Gökteki yıldızların onun gözbebeğinde parladığına yemin edebilirsiniz. Bir kısmı akıtamadığı göz yaşları, bir kısmı özlemli isyanı. Daha önce de olmuştu bu. Wille yine Marcus’la ilişkisini sorguladığında Matti Bye’nin tüyler ürperten tematik müziği eşliğinde “sadece takıldıklarını ama birlikte olmadıklarını” söylemişti. Merhametin devreye girdiği yer burası. Simon, Wille’nin artık sevilmediğine inanmasına dayanamıyor. Çünkü bütün şarkıları onun için. Çünkü halen Wille’den gizlice aldığı o kazağı kokluyor geceleri.
Gece aymaları
İlk sezonun unutulmaz bir futbol sahası sahnesi vardı. Onu açıyorum bir de o gece: Ağabeyin ölmüş. Kendini bir anda veliaht prens olarak bulmuşsun, oysa daha Wilhelm olarak ne istediğini bilmiyorsun. On altı yaşındasın, her şeyin başında ve karmaşanın tam ortasında. Simon denen bir oğlana karşı hiçbir yere oturtamadığın duyguların var. Belki ağabeyin Erik anlardı. Erik senin aile diye bildiğin tek insandı. Ama artık o da yok. Kabullenemediğin bir boşluğu doldurman, o olman bekleniyor senden. Senden zaten sorumluluk ve görev adı altında, gelenek vurgusuyla hep bir yeri doldurman bekleniyor. Konum sahibisin. Uzaklarda bir yerde içi müze kılıklı, evin hissedemediğin bir şato var. Hiçbir şeyin yok. Yatakta dönenip durduğun gecelerde yapayalnızsın. Elini kolunu nereye koyacağını bilemediğin sahnelerde yapayalnızsın. Kabullenemediğin, daha ne olduğunu idrak edemediğin bir konuda konuşman bekleniyor. Erik’in ardından. Neden ardından? Çünkü öldü. Yanında olmayan herkes bir “ardından”a dönüşür. Senin payına bunu çok erken yaşamak düştü.
Koridorlarda, ormanda, beden salonunda, müzik odasında, yemekhanede, sınıflarda yapayalnızsın. Çevrende paralı ve köklü ailelerin çocukları olmaktan kelli seni de aralarına alan kulüp arkadaşların var. O gece deli gibi içirdiler seni. Üstüne bir de hap attın. Dünya dönüyor, sen yörüngeden fırlıyorsun. Nasıl olduğunu bilmeden geldiğin yer okulun futbol sahası. Yağmurlu, buz gibi bir gece. Metalden insan modelleri var, antremanlarda kullanılan. Bir süre onlarla dans ediyorsun. Atamadığın bütün çığlıklar bu sahada serbest kalıyor. Modelleri tekmeliyorsun. Nasıl olsa seni durduracak, “Ne yapıyorsun, kendine gel” diyecek kimse yok. Canını acıtabileceğin kimse yok. Kendinden başka.
Yere yattın, çimenlere. Çimenler de plastiktenmiş meğer, gecenin spot ışıkları altında hepsi parlıyor. Altından toprağı elliyorsun. Avuçların nemli. Buraya niye gelmiştin? Buradan nereye gideceksin? Hiçbir soruya yanıtın yok. Sorun bile yok. Farkına vardığın bir gerçek var sadece. Her şeyin sahte olduğu gerçeği. Kafan uçarken pike yaparak çakıldığın hakikat. Peki bu büyük keşfi kiminle paylaşmalı. Sahte olmayan tek bir insan var mı?
İşte bu, sorulmaya değer ve yanıtını içinde bildiğin tek soru. Hayatında sahte olmayan tek insan Simon’dı. Sayesinde sahte olmayan hayat nasıl bir şey, onu tattın. Ve kaybettin sonunda. Çünkü o buz gibi müze evden, üzerinde ellediğin ağabeyinin toprağı olan, İsveç bayrağına sarılı tabuttan, tutamadığın yastan döndüğünde, endişe dolu mesajlarına bile dönemediğin, seni her halinle sarıp sarmalamaya hazır tek insana “Bütün yazışmalarımızı ve numaramı sil. Böyle devam edemem” buyurdun. Kalıbına gireceğin veliaht prenslik Simon’la yakaladığın mutluluğa yer olmayan bir tabut. Aslında kendini de bir tabuta soktun.
Şimdi numarasını silmeden önce kim bilir kaç kez baktığın, baka baka ezberlediğin o rakamları kafan bin dünya hâlinle içgüdünle tuşluyorsun. Ve elbette artık Simon’da da kayıtlı değilsin. “Senden çok hoşlanıyorum” diyorsun. Kaybedecek ne kalmış. Sen görmüyorsun ama telefona uyku sersemi haliyle şaşkın şakın bakıyor Simon. Wille sen misin, diye soruyor telaş içinde. Bir şeylerin ters gittiğinin farkında. Nerede olduğunu, sana ne olduğunu anlamaya çalışıyor sürekli. Senin içinse sadece koca bir uyanış var: “Her şey sahte. Dünyadaki her şey sahte. Futbol sahasındaki çimen bile gerçek çimen değil, plastik. Bütün insanlar sahte, hepsi metalden yapılma. Ama senden hoşlanıyorum ve bu sahte değil.”
Sabah olduğunda seni yatakhane odana getiren, sarılıp yanında kalan Simon “Dün gece bana dediklerini hatırlıyor musun?” diye sorduğunda utanacaksın. Gün ışığı fazla parlak böylesi kuytu itiraflar için. Ama Simon’ın gülüşü sıcacık. “Sorun değil. Ben de senden hoşlanıyorum” deyişi sonra olanca rahatlığıyla. Ve sevişmeniz sonrasında. Çünkü artık sadece kendinizsiniz.
İki kişilik dünyalar, dışarıda başkaları olduğunu unutur. O dış gözün hasedini, mutluluğa ve aşka düşman kıskançlık nazarını yok sayar. Oysa Wilhelm’in kuzeni ve ağabeyinin kendisine emanet ettiği August, perdesi açık odadan Wilhelm’in Simon’la sevişmesini videoya çekmekte de bunu okul bilgisayarından dünyaya yaymakta da bir beis görmez. Wilhelm’in sahip olduğu ve umursamadığı her şey onun için hayatın anlamının ta kendisi. Tuhaf bir şekilde reşit olmayan prensin adının karışacağı bir seks videosu skandalı yaratarak bizzat monarşiyi zor durumda bırakırken aslında her şeyi kraliyeti korumak için yaptığını samimiyetle düşünecek ve söyleyecek kadar fikri sabit. Onun nezdinde taht varisi birinin “sıradan” insanlarla takılması söz konusu olamaz. Hayatın büyük cümlelerimizi bize afiyetle yedirmesine veciz bir örnek olarak, bizzat Simon’ın kız kardeşi Sara’ya âşık olarak aslında kendisiyle en derinden çelişecek bu sezonda. Hayat işte bu kadar oyunbaz. Sizi en zayıf yerinizden vuracak ve günün ya da ömrün sonunda tam da oradan şifalandıracak kadar.
Perdeleri kapatın!
Bu sezonda Simon ve Wilhelm birbirlerini acıttıkları nice badirenin sonunda yine aynı odada yan yana gelip sevişmeye başladığında dünya üzerinde milyonlarca izleyiciden “Perdeleri kapatın!” diye eşzamanlı bir çığlığın semaya yükseldiğinde kimsenin şüphesi yok. Wilhelm’in de bu çığlığı fark edercesine yataktan hızla fırlayıp bir an için önünde durakladığı o perdeleri çekmesi, sonra da Simon’la karşılıklı gülüşmeleri dizinin çok ender bahşettiği mutluluk anlarından biri. Hatta bir diğer deli de Wille’nin toplam mutlu olduğu zamanı saymış. 4 saat 26 dakikalık ikinci sezonda bu zaman dilimi 10 dakika 40 saniyeye denk geliyor. Gerisini siz düşünün! Futbol sahası sahnesiyle birinci sezon ayrılık anında çalan Revolution’ın besteci ve yorumcusu olarak bir sonraki hamlesini beklediğimiz Elias’ın Holy’si eşliğinde akan bu kavuşma sahnesinde Wille perdeyi kapattıktan sonra gülüşmeler eşliğinde hızla jeneriklere geçilmesine hiçbirimizin itirazı olmadı. Yeter ki baş başa kalsınlar ve huzurla sevişsinler. Yeter ki mutlu olsunlar. O sevişmeyi bizim bile görmeye hakkımız yoktu.
Wilhelm, kraliçe annenin zoruyla videodaki kişi olduğunu inkâr ederek Simon’ın kalbini kırdığından beri Simon için onca aşkına ve özlemine karşın güvenemediği bir insan konumundaydı. Ve o güveni kazanmak için ne etse yetmiyor ne etse daha yanlış oluyordu. Yine annesinin zoruyla gidilen psikoloğa önceleri konuşmayı tamamen reddeden Wilhelm üst sınıflardaki bir arkadaşından ağabeyi Erik’in de danışmanlık aldığını öğrenince bir kırılma yaşadı. Edvin Ryding’in anksiyeteyi beden dili, mimikler ve konuşmada yansıtma hali bu sahnelerde alabildiğine parlak. Kurguyu, oyuncuları, kamerayı, senaryoyu her şeyi unutuyor insan. Karşımızda sadece içinden taşan duyguları sıraya, hayatını bir anlama oturtmaya çalışan korku ve panikle boğuşan bir genç var: Wille. Psikolog (Claes Hartelius) Wille’nin güvenini kazandıkça, içinde sakladığı her şeyi usul usul akıttığını görüyoruz bu gencin. Ağabeyim diyor, duraksıyor mesela. Öldü fiilini ekleyemiyor. “Geçen dönem bir arkadaşla tanıştım. İçimde yepyeni duygular uyandırdı. Bir açıdan keşke hiç karşılaşmasaydık diyorum. Nasıl hissettirebileceğini bilmeden yaşamak daha iyiydi.” diye açılıyor sonra. Çünkü bilmek sorumluluktur. Bilince, eskiye dönemezsin. Kendini uyuşturamaz, kayıtsızlığa teslim olamazsın. O yeni hayat bilgisi senden hakkını ister. Boris “Kim olarak doğduğumuzu seçemeyiz ama hayatımızı nasıl yaşamak istediğimizi seçebiliriz” dediğindeyse, Wille için bütün korkusuna rağmen, tam da korkarak göze alınacak şeylerin kapısı aralanıyor. Çünkü aşkı, hakikati ve kendini kaybetmekten daha korkutucu çok az şey var. Tam da bu sebeple Wille sonunda her şeyi göze alıyor.
En hakiki arzu ve korkularımızdan başka ne kalır elimizde zaten hayattan? Hatırladığımız her şey bu ikisinin kaydı değil mi? Gerçek olan arzularımızın mutluluğuyla gerçek olan acılarımızın kaydı. Wilhelm ve Simon, hakiki olanın kıymetini anımsatıyor. Hatalara karşın korunabilecek masumiyeti. Pişmanlığın sahiciliğini ve öğreticiliğini. Aşkın verdiği gücü. Bir an için hayatın ta kendisi olma hissini. Yaşadım diyebilmenin ferahlığını. Göze aldım. Düştüm, kalktım. Bu bendim. Yalanı açık ettim. Sahte olan her şeyi alt ettim. Küçük bir devrim yaptım. Koca bir fark yarattım. Bu bendim ve çok güzeldim. Kendimden razı geldim.