Salacak Plajı’nda denize neden giremiyorum?
Bir kadının Üsküdar Salacak Sahili’nde denize girmesini görünürde engelleyen bir şey yok. Peki neden erkekler, deniz dolgusu kayaların üzerinde mayolarıyla güneşlenirken kadınlar denizi izlemekle yetiniyor? Denizde yüzmenin sonlarına girdiğimiz şu günlerde ben, geçtiğimiz üç yaz boyunca neden denize giremediğimi sorguluyorum
10.09.2024
2022 yılının Temmuz ayı. Salacak Sahili’ndeyim. Ana görseldeki fotoğraf Üsküdar sahil hattının göz kararı Kız Kulesi’nden başlayıp henüz Harem’e gelmeden biten bölgesinin adı. Şehrin, insanın üzerine yapışan sıcağından kaçmak için Salacak Sahili Güzelleştirme ve Balıkçılarını Koruma Derneği tabelasının asılı durduğu kulübenin gölgesine sığınıp bir bardak çay içmeye karar veriyorum. Sıklıkla gittiğim bu mekânın duvarında daha önce fark etmediğim bir gravür gözüme ilişiyor. Kız Kulesi’nin eteklerinde denize giren Yeniçeriler. Biraz araştırmayla bahçesinde çay içtiğim dernek binasının Tarihi Salacak İskelesi olduğunu öğreniyorum. 80’li yıllarda Harem – Üsküdar Sahil Yolu, deniz doldurularak inşa ediliyor. İskele binasının duvarında asılı duran gravür ise Thomas Allom isimli bir sanatçıya ait ve 1840 yılı tarihli. İskele ve gravür bana ayaklarımın suya ne denli yakın olduğunu anımsatıyor. Son yudumu çekip, çayımın parasını ödedikten sonra Derneği’n plaj şemsiyelerinin arasından karşıya geçip denize yürüyorum.
Birden yıllardır adımladığım kıyı, bir sahil kasabasına dönüşüyor. Denize girenler, kayaların üzerinde güneşlenenler, arabaların kapılarını ve havlularını kendisine paravan edip mayolarını giyenler. “Hep böyle miydi?” diye kendime soruyorum. Meğer gözümün önünde bir plaj varmış. Bir erkekler plajı.
İkinci gün bazı yüzler tanıdık gelmeye başlıyor. Şaşmamak lazım. Sonuçta burası bir plaj ve müdavimleri var. Aynı yüzleri tekrar görmek, Salacak’ta, bir anlık coşkunlukla değil mütemadiyen denize girilebildiğini bana kanıtlamış oluyor. Koşuşturmadan, ikinci bir şans vererek bakmanın, bir faydası daha. Üsküdar Sahili boyunca değil, kıyının belli bir bölgesinde denize girildiğini anlıyorum. Sahilin bir zamanlar İstanbul’un “Denizi en temiz, havası güzel, servisi ucuz gazino ve plajı” olduğunu vurgulayan bir gazete ilanına denk gelince merakım iyice artıyor.
Harem yönünde ilerliyorum. Denize giren erkekleri seyretmek niyetiyle Üsküdar Su Ürünleri Kooperatifi’nin hemen yanındaki bir banka oturup soluklanıyorum. Dedeyle torun olduğunu kestirdiğim bir ikili gözüme ilişiyor. Belli ki yaşlı adam, üzerinde şişme sarı bir yelek olan çocuğa yüzme öğretiyor. Kulaç atma pratiklerinin ardından kıyıya, kayaların üzerine çıkışlarını izliyorum. Cesaretimi toplayarak yanlarına gidiyorum.
Yaşlı adam buranın gençliğinde yüzmeyi öğrendiği yer olduğunu söylüyor. Şimdi torununa aynı sahilde yüzmeyi öğretmekten dolayı oldukça gururlu. Neden başka bir yerde değil de Kooperatif iskelesinin gizlediği bu küçük koyda denize girdiklerini merak ediyorum:
> Giyinip soyunurken, denizde yüzerken, etraftaki kadınları rahatsız etmek istemem.
Bir yandan torununu kurulayıp giydirirken diğer yandan meraklı gözlerle ne iş yaptığımı soruyor. “Yalnızca neden denize giremediğimi merak ediyorum.” demekle yetiniyorum. Az önceki meraklı gözler sevecen bir gülümsemeyle aydınlanıyor:
“İstersen yüzebilirsin kızım. Özellikle sabahları yalnızca muhitin insanları olur. Korkmana gerek yok.” diyerek beni yüreklendiriyor. Bu kıyıda yüzebilme ihtimalimi daha önce hiç düşünmediğim için afallayarak konuyu değiştiriyorum:
> Torununuzun sağlığı için endişe etmiyor mu ebeveynleri. Boğaz suyunun oldukça kirli olduğu söyleniyor.
> Büyükada’da denize girmekle aynıdır. Lağım her yerde denize akıtılıyor. Biz burada akıntıya güveniyoruz.
Bahsettiği akıntı, Osman Cemal Kaygılı’nın “Kız Kulesi Park ve Plajı” isimli yazısında Salacak’ın serin suyunun kaynağı olarak gösterdiği akıntı olsa gerek. Kaygılı, plajı ve Kız Kulesi’ni anlatmaya Muallim İsmail Hakkı Bey’in nihavent şarkısında geçen sözlerle başlıyor:
Kızkulesi yakut küpe takındı.
Oh ne güzel yaraştı bakındı!
Şarkı ise “Yanı başından akıyor akıntı” sözleriyle devam ediyor. Acaba Kız Kulesi’nin kırmızı fenerlerinin ışığında sandal sefası yapmak nasıl bir duygu olurdu?
Kumlu denize girmeyi beklerken
Ertesi gün yaşlı amcanın sözlerini aklımda döndürerek bir gezintiye daha çıkıyorum. Torunuyla ikisini yeniden görebilme umuduyla kooperatifin yanındaki kayalara yöneliyorum. Dedeyle torun umduğum gibi yüzme eğitimine kaldıkları yerden devam ediyor. İkisini izlemek için dolgu kayaların üzerinde kendime yer arıyorum, dün oturduğum hizada bu kez bir anne kız oturuyor. Kız çocuğu annesine denize girebilmek için yalvarıyor. Kulak misafiri olduğum konuşmaları ilerledikçe denize giren babanın eşyalarına göz kulak olmak için orada olduklarını anlıyorum. Dedesiyle yüzen oğlan çocuğu, kız çocuğunun göz hizasına girer girmez anneyle kız arasındaki pazarlık şiddetleniyor:
> Çocuk mu o? O yüzüyor anne. Benim de canım yüzmek istiyor. Sadece ayaklarımı suya soksam olur mu?
> Kumlu denize gidince sokarsın.
Kumlu deniz hakkı
“Denize girmek için annesine dil döken kız çocuğu ve ben neden suya giremiyoruz? Yaşlı amca gerçekten haklı mı? İstesem ve suyun kirliliğini yok saysam, Üsküdar’ın orta yerinde denize girip güneşlenebilir miyim? İnsan 1937 yılında bunun yapılabilir olduğunu görünce hayret ediyor.
Eşit, serbest ve bedelsiz yararlanma
Suyla aramdaki görünmez mesafeye kanunlar, yönetmelikler ne diyor diye sormak adına çevre hukuku alanında uzman avukat Dr. Ezgi Ediboğlu ile görüşüyorum.
“Kıyılar, Anayasa Madde 43 ve 7121 sayılı Kıyı Kanunu ile düzenlenmiş. Burada öncelikle yasa yapmanın mantığını anlatmakta fayda var. Anayasa genel hak ve özgürlükleri tanımlar. Detaylar kanunlarla düzenlenir ama her şeye kanun karar vermez burada da yönetmelikler devreye girer. Anayasa Madde 43’te geçen “Devletin hüküm ve tasarrufu altındadır.” ifadesi kıyılar mülkiyete tabi değildir ve bu alanlarda ne yapılacağına devlet karar verir demektir. “Kamu yararı” kavramı ise kural olarak üç ilkeye dayanır: Eşit, serbest ve bedelsiz yararlanma. Yani devletin tasarrufu ile yapılan herhangi bir kanun değişikliği ve yönetmelik, Madde 43 ve içinde barındırdığı kamu yararı prensibi ile çelişemez.”
Ekonomik çıkar ve kamu yararı
Ediboğlu, Kıyı Kanunu’nun 2000li yılların başından bu yana ekonomik çıkar gerekçesiyle çok fazla revize gören sıkıntılı bir mevzuat olduğunu belirtiyor:
“Madde 6’yı ele alalım. Normalde bir maddeye istisna tabii ki verebilirsiniz ama bu istisna ana kuralı ihlal edemez. Yani kanuna getirilen istisna durumları Anayasa maddesi ile uyumlu olmalıdır. Siz diyorsanız ki organize turlar gelecek, kruvaziyer gemilerin bağlandığı limanlar yapılacak o zaman bu limanların kamu yararına nasıl hizmet ettiği açık olmalı. Kamu yararı çok geniş bir kavram olmasına rağmen yorumu idareye sonsuz şekilde bırakılmış değil. Ancak yapılan uygulamalar, idarenin; ekonomik çıkarı kamu yararı olarak yorumladığının kanıtı niteliğinde. Ne yazık ki ekonomiye katkısı olan her faaliyet kamu yararı olarak görülüyor.”
“Deniz dolgusu küçük kızın ve benim denize girmemiz önünde engelse mevzuat bizi nasıl koruyor?” diye soruyorum. Ediboğlu asıl meselenin kanunu yorumlama sorunu olduğunu vurgulayarak devam ediyor:
“Bir sebeple kıyıları doldurduk diyelim yine de kıyılardan yararlanma aynı kurallara yani kamu yararına bağlıdır. Ortak kullanımın mümkün olması için idare gerekli önlemleri almakla yükümlüdür. Bir çocuğun ya da kadının suya erişimi önünde bir engel varsa bölgeden sorumlu belediye, valilik ya da bakanlık bu sorunu çözmekle görevlidir. Ama Türkiye’de hakkımızı aramakta, bir şeyleri bir yerlere şikayet etmekte çok zorlanıyoruz. Hukukun sistematik olarak insanlara karşı kullanılması tam olarak bu oluyor.”
Hayal kırıklıkları ve restorasyon
Ediboğlu’ndan öğrendiğim haklarımın sesiyle bir kez daha sahile yürümeye iniyorum. Boğazın iki yakası zihnimde bir teraziye dönüşüyor. Bir yanda kız çocuğunun suya giremeyen ayakları, diğer yanda Galataport’a yanaşmış kruz gemileri duruyor. Nancy Frazer’ın Jürgen Habermas’a atıfla yaptığı kamusal alan tanımını adımlarımın ritmine uydurup mırıldanıp duruyorum:
“Pazar ilişkilerinin değil, söylemsel ilişkilerin alanı; satın alma ve satmak yerine, tartışma ve müzakere için bir sahne.”
1950li yıllardaki gibi özel işletmeye para ödeyerek de değil Üsküdar’ın orta yerinde eşit, serbest, bedelsiz ve kumlu bir plajın hayalini kuruyorum. Denizle aramda satın alma ve satma ilişkisinden uzak bir uzlaşma istiyorum. Suya rahatça dokunabileceğim bir alan. Denizle hepimizin arasında bir müzakere.
“Hukukun insanlara karşı sistematik kullanımından korkmadan” bu istediğimi kelimelere dökmeye karar veriyorum. Editörüm Zeynep Yüncüler, “ben” diliyle yazmam konusunda beni cesaretlendiriyor. Ancak bu coğrafyada yaşayan bir kadın olarak, izlenimlerimi paylaşacak yürekliliği kendimde bulmakta zorlanıyorum. Yine de çağdaş gazetecilik biçimlerine hakim Zeynep’in “Kendini durdurmadan olduğu gibi yaz” önerisine karşı koyamıyorum. Ne de olsa Üsküdar Pelin Batu’nun da altını çizdiği gibi “güçlü kadınların mekânı”. Bu kadınlar bana yol gösterir diye umuyorum. Kendimi ikna edip yazmaya başlıyorum. Derken sosyal medyama Kız Kulesi’nin yıkıldığına dair haberler hücum ediyor. Deniz dolgusuna bakarken, gözümün önündeki haberi göremediğim için kendimi paralamaya başlıyorum. Tüm hevesim, koskoca kuleye sahip çıkamadım evhamlarıyla yerle bir oluyor. Yazıyı yazmaktan vazgeçip, Zeynep’i aylarca aramıyorum.
Yeniden bakmanın yararı
Derken aylar sonra Açık Radyo’da Seda Özen Bilgili’nin Kız Kulesi restorasyonu hakkında söylediklerine denk geliyorum. Bilgili, Kız Kulesi’nin çalındığı iddialarını yalanlayarak aksine restorasyonun mümkün olan en iyi şekilde gerçekleştirildiğini vurguluyor. Gazetecilikle ilgili kırılganlığıma bir nebze olsun su serpiyor bu açıklamalar ve yavaş gazeteciliğe olan inancım geri geliyor. Salacak Sahili hakkında çalışmaya geri dönüyorum ancak sonra deprem oluyor. Hepimizin hâlâ muzdarip olduğu düşündüğüm korkunç bir dikkat dağınıklığına düşüyorum. Sahil boyunca ileri geri yürüdüğüm bir yazı daha geride bırakıyorum. Plaj şemsiyelerini fark edeli nerdeyse iki yıl olmuşken iki güzel rastlantı çalışmaya geri dönememe olanak sağlıyor: Gazeteciler Cemiyeti’nden araştırmacı gazetecilik faaliyetleri için aldığım bir destek ile Gökçen Erkılıç’ın Salt Galata’da verdiği İstanbul Kıyı Çizgisi Atlası’nı Birlikte Haritalamak isimli atölyesi.
Kendi haritacın olmak
Gökçen Erkılıç, Orta Doğu Teknik Üniversitesi mezunu bir mimar ve Northeastern Üniversitesi Sanat, Medya ve Tasarım Fakültesi’nde ders vermekte. İstanbul Kıyı Çizgisi Atlası’nı Birlikte Haritalamak atölyesinde Erkılıç, uzun yıllardır üzerine düşündüğü İstanbul kıyılarını katılımcılarla birlikte yeniden düşünmeye odaklanmış. Kıyıların insan eliyle yeniden şekillendirilmesi ve bu dönüşümün farklı disiplinlerden gelen insanlardaki izdüşümü atölyenin başlıca konusunu oluşturuyor. Başlangıçta çoğunluğu mimar olan bu çalışma grubu içerisinde kendimi tedirgin hissediyorum. Kısıtlı bir tasarım geçmişim var ve çizim yeteneğim oldukça zayıf. Ancak atölye başladıktan sonra fark ediyorum ki amaç kendi kent algına sahip çıkarak elinden ve içinden geldiği gibi haritalar yapabilmek. Bu haberde bana yardımcı olsun diye Yenikapı dolgu alanını çalışan gruba dahil oluyorum. Tarihteki en eski Yenikapı haritasıyla bugünkü üst üste çakıştırılıyor ve daha sonra üçüncü bir katman olarak grup üyelerinin bu alanla ilgili duygu, düşünce ve anıları bu haritalara ekleniyor. Bu kendi semti ya da yakınında yaşadığı kıyı hakkında düşünmek isteyen herkesin kolaylıkla uygulayabileceği bir yöntem. Atölyeden ilham alarak ve atölyede tanıştığım Felt isimli uygulamayı kullanarak kendi Salacak Sahili karşılaştırmalı haritamı yapıyorum. Felt uygulaması ve benzerleri farklı tarihlerdeki haritaları üst üste bindirerek bu haritalar arasındaki farkı algılamaya olanak sağlıyor.
Atölyede karşılaştığım bir diğer ufuk açıcı keşif ise Judith Schalansky’nin Ücra Adalar Atlası: Hiç Gitmediğim ve Asla Ayak Basmayacağım Elli Ada isimli kitabıydı. Kitap, her atlas ve haritanın belli bir ideolojiyi yansıttığını savunuyor. Schalansky, bir dönemin kolonyalist gezginleri arasında popüler olan “Scribere necesse est, vivere non est” (Yaşamak değil yazmak lazım.) sözünü hatırlatır. Sadece kayda geçmiş olanın gerçekte vuku bulmuş sayılacağını ima eden bu söz, yurttaşların çizdiği haritaların alternatif tarih yazımı için kaynak oluşturacağını bize hatırlatıyor. Bu bakış açısı Gökçen Erkılıç’ın haritalara bakış açısıyla paralellik taşıyor:
“Harita deyince çizgilerden bahsediyoruz. Sanki bir uzmanlık alanına giriyormuşuz gibi. Ama ben bunun tam tersini savunuyorum. Herkesin, mimarlık eğitimi almasına gerek yok, belli coğrafi kapasiteleri olduğunu biliyorum ve bunlar üzerinden haritalama yapabileceğine inanıyorum. Dolayısıyla belli bir uzman tarafından yapılmış haritalar değil ve hatta kartezyen olarak yani coğrafi bilgi sistemlerinden filtrelenmiş haritalar değil diyagramlar, notlar, küçük anlatılar, fragmanları toplamak vesaire bütün bunlar aslında bir haritalama pratiği içerisinde ele alınabilir. Orayı gerçekten kullanan insanların orayı nasıl gördüğü anlatabileceğini ya da orayı dert edinmiş herhangi bir kişinin özel bir bilgi ya da dijital beceriye sahip olmadan haritalama yapabileceğini savunuyorum.”
Bu görüşe göre bir harita her şeyden önce bir mülkiyet şeklidir ve eğer bir yurttaş müştereği olduğu kıyının haritasını çizerek bu kıyıyı sahiplenmezse sermaye aynı kıyının mülkiyetine göz diker. Denizlere hiç hesap vermeden dolgu yapılabilir ve hangi bedenin suya erişiminin olup olmayacağına dolaylı yoldan karar verilmiş olur. Erkılıç, deniz dolgusu temelli kıyı peyzaj uygulamalarının bedenlerimizle ilgisini kaya ile insanın boyutları üzerinden açıklıyor:
“Anroşman dediğimiz kıyı doldurduktan sonra dalga kırmak için yapılan büyük kayalar vardır. Hani insan boyundan da büyük. Kumsalı olan plajlarda kum tanesi ise insan ölçeği için milimetrik gravürleri olan yapıdadır. Anroşmanlar sanki o kum tanesi böyle kocaman yapılmış da insanların suya rahat gireceği habitat elinden alınmış gibi görünür. Biz İstanbul’da kumun sağladığı o yumuşak geçişi kaybetmiş şekilde denizle bağ kurmaya çalışıyoruz. Kayalarda zıplamak ya da o engeli aşmak ya da o merdivenden inmek. Bedensel fonksiyonları bunları yapamayacak ya da bir şekilde bedenleri konusunda kırılganlık hissedenler için bu sert peyzaj bir dezavantaj oluşturuyor.”
Gökçen’le görüşmemizi “Umarım bir gün beraber denize gireriz Salacak’ta.” diyerek noktalıyoruz. Belki bir gün bir grup kadın Salacak’ta hepimiz için bir plaj tasarlar, Kız Kulesi’nin yanı başından akan akıntının tadını çıkarırız.