Şebnem Korur Fincancı: İşkence Meşrulaştırılamaz
“Toplum; karşısında olan ve beğenmediği birine işkence yapılabilir, diye düşünüyor. Oysa biz, bunları aştığımızı sanıyorduk.”
12.06.2024
Ülkemizde insan hakları mücadelesinin öne çıkan isimleriyle insan hakları gündemini konuşmaya ve normalleşme konusunda görüşlerini almaya devam ediyoruz. Türk Tabipleri Birliği (TTB) Merkez Konseyi Başkanı Prof. Dr. Şebnem Korur Fincancı, bugünkü konuğumuz. Uzun süredir iktidarın hedefinde olan Fincancı, son süreçte çeşitli çevreler tarafından Adnan Hoca’nın müritlerine gerçekdışı işkence raporu düzenlemekle ve Uğur Mumcu’nun katlinden sorumlu olan kişilere işkence raporu vermekle de suçlandı. İddia sahipleri veya bu iddialara yer veren yayın organları, Fincancı’ya söz hakkı tanımayınca açık bir yargısız infaz yaşandı. Tablo, iktidarın hedef aldığına pusu kurma şeklinde görünüyordu zira yirmi yıl önceki vakalar, tek yönlü olarak dolaşıma sokulmuştu.
Fincancı’ya; Türkiye’nin insan hakları gündemi ve normalleşme sürecine dair fikirlerinin yanı sıra hakkındaki iddiaları da sorduk. Açık yüreklilikle yanıt verdi.
> Seçimlerden hemen sonra Van’da sinyalini veren kayym politikası, Hakkari’de hayata geçirildi. Kamuoyu yer yer tepki gösterse de kayyım politikasında bir değişiklik olmadı. Bu gelişmeler sizce normalleşmenin bir parçası mı?
Kayyımın normalleşmesini kastediyorsak evet, normalleşti. Bizim meslek örgütümüze de kayyım atama girişimi olmuştu biliyorsunuz. Beğenmedikleri her yönetimi görevden alıyor, görevden aldıkları kişiyi de kriminalize etmeye çalışıyorlar. Bu genel bir tutum haline geldi. Hakkari belediye başkanı hakkında yıllar önce başlatılmış bir soruşturma, bir anda kovuşturmaya döndü ve belediye başkanına terör örgütü üyeliğinden 19 yıl ceza verildi. Toplum da ne yazık ki bunu kabullendi. Normalleşen şey, toplumun bu tür kriminalizasyon girişimlerini olağan kabul etmesi, bunlara inanır hale gelmesi. İktidar baskıyı normalleştiriyor ama asıl sorun, toplumun kabullenişi. Bu büyük bir risk ve insan hakları mücadelesini de zorlaştırıyor. Biz insan hakları mücadelesiyle yıllar içinde bir arpa boyu yol gitmişiz. Şu anda işkence dahi meşrulaştırıldı, kime yapıldığı sorgulanır hale geldi. Toplum; karşısında olan ve beğenmediği birine işkence yapılabilir, diye düşünüyor. Oysa biz, bunları aştığımızı sanıyorduk. Özellikle son 5-10 yılda toplumun değerlerinde ciddi bir tahribat yaşandı. İktidar olmanın gereğidir; devletin idaresi kimdeyse çeşitli biçimlerde baskı politikası uygular. Bir insan hakları savunucusu olarak beni asıl kaygılandıran, toplumun durumu.
> Toplumda yaşanan erozyon ve çürümede ana muhalefet partisinin, her dönem birileri terörist ilan edilirken sessiz kalarak makul görünmeyi seçmesinin de payı var mı peki?
Bir bütün olarak muhalefetin de sorumluluğu büyük. Biz ne kadar temiziz, diyerek mecliste fezlekelere cevaz verdi muhalefet. Meclisin işlevsiz hale gelmesinde payları büyük. Genel olarak muhalif kesimlere baktığımızda, herkesin muhalifi kendine, durumu görüyoruz. Kendilerinden farklı bir muhalif grubu yargılama konusunda, iktidardan çok farklı davranmıyorlar.
> Avrupa Parlamentosu seçimleriyle bir süredir Avrupa’da hüküm süren sağcılaşma ve gericileşme dalgasının büyüyerek güçlendiğini gördük. Türkiye’de insan hakları savunucuları ve muhalif kesimler; hak ihlallerinde veya uluslararası hukuka aykırı yargı kararlarında AİHM’e başvurabiliyor, demokratik anlamda ileride olan Avrupa ülkelerinden gözlemci veya destek isteyebiliyorlardı. Avrupa’da yaşanan gericileşme, Türkiye’deki hak savunucularını nasıl etkiler?
Uzun zamandır Avrupa Birliği’nde de, AİHM’de de ciddi sorunlar var. AİHM’de verilen kararların bir kısmında ciddi sıkıntılar olduğunu görüyoruz. Örneğin Nuriye Gülmen ve Semih Özakça ile ilgili acil müdahale başvurusu yapıldığında, avukatların talebi üzerine muayeneleri için görevlendirilmiş, rapor hazırlamıştım. O süreçteki yazışmaları hatırlıyorum. İnanılmaz konservatif bir bakış açısıyla yazılmış yazılar gönderdiler. Yazışmalar çok rahatsız ediciydi. Acil müdahale talepli başvurulara tek hakim bakmasına rağmen karar bir türlü çıkamadı. AİHM’in o süreçte vermiş olduğu kararlar, bir adalet duygusu oluşturmadı.
Yaşanan gerileyiş; neoliberal kapitalist sistemin, hegemonik mekanizmalarla postmodernizm çağındaki insanlarda rıza üretmeyi başardığını gösteriyor. Kapitalizm, çeşitli biçimlerde konfor sağlayarak rıza üretti toplumda ve duyarsızlaşma da beraberinde geldi. Yurttaş kimliği global olarak ortadan kaldırıldı. Dünyada kimse, yurttaş sorumluluğu taşımıyor. Yurttaş olabilmenin yolu, herkesin eşit yurttaş olmasından geçer. Bir kişi dahi eşit yurttaş kimliğinden arındırılırsa hiçbirimiz yurttaş olamayız. Fakat mültecilere karşı ırkçılık giderek yükseliyor. Kapitalizm bunu besliyor. Diyor ki; bak onlar, senin refahına ortak oluyorlar. Konfor alanından bir kayıp olacağı kaygısı, toplumda ırkçılığa rıza üretiyor. Dünyayı zor zamanlar bekliyor ama hiçbir şey için geç değil. Biz; insanların insanca yaşabileceği, insanlık onurunun korunduğu bir dünyayı hayal ettiğimiz sürece, ayrımsız herkes için mücadele edeceğiz, düşmanımız için dahi.
“9. yargı paketi reform getirmeyecek”
> Türkiye’de de ayırımcılık yapmadan insan hakları mücadelesi verenlerin sayısı çok azaldı. En son Kısa Dalga için hazırladığım cezaevleri yazı dizisinde sizin görüşünüzü almıştım. Cezaevlerinde çok büyük sorunlar varken, görmezden gelenler de bir o kadar çok. Gerçek hak savunucuları, nereye yetişeceğini şaşırmış durumda. Şimdi gündemde 9. yargı paketi var. Basına yansıyan içeriğe göre, hasta mahpuslara ve ağır, delirtici bir tecridin uygulandığı Y tipi cezaevlerinin kapatılmasına dair herhangi bir madde içermiyor. Bu iki maddenin yer almadığı bir yargı paketine; sadece kadınlar, babası olan erkeğin soyadını taşıyabilecek diye reform paketi denebilir mi?
Yargı araçsallaştırılmışken, en yetkili yasayı da çıkarsanız fayda etmez çünkü yargı bir araç olarak kullanıldığında, kâğıt üzerinde yazılı kanunları istediği gibi eğip bükebilir. Seçilmiş bir belediye başkanı yargı yoluyla nasıl terör örgütü üyesi ilan ediliyorsa, Osman Kavala gibi son derece naif, insanlıktan yana tutum almış ve tüm kaynaklarını bunun için seferber etmiş bir insan hakları savunucusu, ağırlaştırılmış müebbet cezasıyla nasıl kriminalize edilebiliyorsa, yargının önüne hangi metni koyarsanız koyun, istediği gibi eğip bükecektir. Bu yüzden 9. yargı paketinin reform getirmesi olanaklı değil. Aynı zamanda bir anayasa tartışması da sürüyor. Bu sistemin içinde bir anayasa yapılması mümkün değil. Toplumun hangi bileşenleriyle bir sözleşme hazırlanacak? Her zaman olduğu gibi sadece bir kısmıyla.
Cezaevleri, ölüm evlerine dönmüş durumda. İnsanlar hastalıktan ölüyor, şüpheli ölümler artıyor. Var olan durumu değiştirecek herhangi bir düzenleme ise yapılmıyor. Geçtiğimiz yıl infaz değişiklikleriyle yüz bine yakın insan, kişiye karşı işlenen suçlar kapsamında tahliye edildi. Devlete karşı işlenen yeni suçlar yaratıldı ve devlet kutsal kılındı. Aşkın bir devlet anlayışı var ve bu, neredeyse Orta Çağ’dayız anlamına geliyor. Aydınlanma çağının gerisine düştük. Kapatmaları, insanların yok oluşuna zemin hazırlayacak biçime dönüştürmek, bu gidişatta beklenir bir durum. S ve Y tiplerinden pek çok mektup alıyorum ve her gün dehşet içinde okuyorum. Mimarisi, insanların yalnızlaştırılması, görüş günlerinde bile neredeyse bir hücrenin içinde yakınlarıyla görüşmek zorunda bırakılmaları, toplum adına çok ürkütücü. Cezaevlerinde çok sayıda düşünce suçlusu var ve hapishanelerde kimlerin olduğu, toplumun durumunun da göstergesi.
> 9. paketin önemli maddelerinden biri de etki ajanlığı. Bu konuda “devletin güvenliğini zafiyete uğratmak” gibi çok muğlak ifadeler var. Kayyım müessesesi de yer alıyor pakette. Bir şirketin terör örgütü veya suç örgütünü desteklediği düşünülürse şirkete kayyım atanabilecek. Bu haliyle reformdan çok baskı paketi olarak görünmüyor mu?
Bu koşularda zaten sistemin sürmesi için baskıyı daha da artırmak dışında yol yok.
> Özel ile Erdoğan arasında yapılan son görüşmenin gündemleri arasında yeni yargı paketi sayılmadı. Bu tarz görüşmeler sonucu, demokrasi için olumlu adımlar atılabilir mi?
Reel siyaset hayatım boyunca ne ilgimi çekti ne de niyet okumayı başarabildim. Bu konularda hakikaten çok cahilim. Siyaset bilimiyle ilgilenirim ve okurum elbette ama ötesine geçmiyorum. Tabii CHP’nin bir çaba içerisinde olması, kıymetlidir her koşulda. Özgür Özel bunu, çok da ödün vermeden yapıyormuş gibi görünüyor. Mesela Sayın Özel benimle her görüştüğünde saldırıya uğruyor. 1 Mayıs’ta görüştü, saldırdılar. TTB olarak hekimlerin durumu ve sağlık politikalarıyla ilgili görüş sunmaya gittik, yine saldırdılar. Ama “Görüşmeyeyim, kaçınayım.” şeklinde bir tavrı hiç olmadı. Gayet kendinden emin bir şekilde bizlerle de görüşüyor, iktidarla da. İktidara, söylenmesi gerekenleri söylüyor diye gözlemliyorum. Özel’in yaptıklarını, bu anlamda olumlu buluyorum. Özel, Eczacılar Birliği genel sekreterliğini ve Manisa Eczacılar Odası başkanlığını yapmış biri. Sivil örgütlenme ve mücadele alanından geliyor. Bunu bilmek de iyi geliyor doğrusu.
“Adnan Hoca beni hiç ilgilendirmiyor”
> Son tutuklanmanızdan önce evinizde bir arama yapılmış ve kamera kayıtları basına verilmişti. Evinizde bir “cephanelik” bulunduğu söylendi ama sonra bu cephaneliğe ne oldu, diye soran olmadı. Size hiç soruldu mu?
Bana karşı kriminalize etmeye, değersizleştirmeye, karalamaya dönük çeşitli girişimler fazlasıyla oldu, oluyor. Bu da onlardan biriydi. Arama sırasında evimden canlı yayın yapıldı ve bu aslında bir hak ihlaliydi. O kayıt, arama sırasında bir ihlal gerçekleşmediğini belgelemek için, kolluğun kendini koruma aracı olarak yapılır. Basına verilemez ama verildi. Bu ihlalde, gözaltına alınmam için emir veren savcının sorumluluğu var. Konuyu hakimler savcılar kurulunun değerlendirmesi gerekiyor.
Tüm karalama girişimlerine, beni tutuklamalarına rağmen toplumda çok da bir karşılığı olmadı. Tahliye edildikten hemen sonra deprem olmuştu ve deprem bölgesine gittik. Farklı siyasi görüşlerden insanların yaşadığı tüm bölgeleri dolaştık. Hatta birlikte gittiğimiz genç bir meslektaşım kaygı duydu ve dedi ki; “Buruda arabadan inmeseniz mi?” Fakat ”Ben insanlara güveniyorum hâlâ” dedim ve nitekim güvenimi hiç boşa çıkarmadılar. Beni ayakta karşıladılar, çay kahve ikram ettiler. Oysa iktidara yakın insanlardı çoğu.
> Hangi ildi?
Kahramanmaraş Türkoğlu’ydu. Hatta bana “Cephaneyi ne yaptınız hocam?” diye sordular. Her şey o kadar açıktı ki, kimse inanmamıştı.
> Adnan Hoca belgeseliyle birlikte size bir yargısız infaz süreci daha yaşatıldı. Adnan Hoca’nın müritlerine gerçekdışı işkence raporu vermekle suçlandınız. Adnan Hoca konusunda neden birden bire hedef haline getirildiniz, hiç anlamadık. Nereden çıktı bu iddialar?
Doğrusu ben de pek anlamadım ama bir türlü başaramadıkları itibarsızlaştırmayı başka yollarla denemeye başladılar diye düşünüyorum. Nesne kimi zaman Adnan Hoca oluyor, kimi zaman Uğur Mumcu’nun katlinden sorumlu olduğu söylenen insanlar. En zor zamanlarda, insanlar çaresiz kaldığında “Kim değerlendirir?” diye baktığımızda alanımda uzman benden başka kimse yok gibi bir durum söz konusu. Kimse bu kadar soruşturma geçirmeyi, yargılanmayı, hapsedilmeyi göze almıyor. Aslında amaçları, bu tür değerlendirmelerin yapılmasını engellemek ve insanları sessizleştirmek. Yoksa benim bunlara aldırmadığım muhakkak. Ben zaten yapmam gereken işi, kim olduğuna bakmadan, hatta sormadan yaparım. Aynı anda hem istismara uğrayan çocuğu hem de istismarcısını muayene edip, eşit mesafede nesnel ve bilimsel değerlendirme yapma sorumluluğum olduğunu düşünürüm. Bugüne kadar böyle çalıştım. Adnan Hoca beni hiç ilgilendirmiyor. İnsanlar, zarar gördüklerini söylüyorlarsa ben, o zararın olup olmadığına bakarım. Kişiler canlıysa ve karşıma gelebiliyorlarsa muayene ederim. Gelemiyorlarsa da yapılmış muayenelerini değerlendiririm. Hekimliğin birçok boyutu var. Bazen danışırlar ve hastayı hiç görmezsiniz ama “Şu testleri yaptırmanız gerek.” dersiniz. Bu kişiler, o dönemde salıverildikleri için muayeneye gelmişlerdi. Muayene etmeden rapor verdiğim söyleniyor ama muayene ettik, tetkikleri yapıldı. Mesela Uğur Mumcu’nun katlinden sorumlu olanları muayene etmedim çünkü cezaevindeydiler. Sadece raporlarına baktım ve “Bu raporlar yeterli değil, şu muayenelerin yapılması gerekir.” dedim. Rapor bu.
> Adnan Hoca’nın müridinin yapısal bir göz kapağı düşüklüğü varken, sizin bunu işkence belirtisi olarak raporladığınız da iddia edildi…
Kişide göz kapağı düşüklüğü vardı gerçekten ama olay sonrası artan bir düşüklük söz konusuydu. Muayene ettiğimizde, iki göz kapağının düşüklüğü arasında ciddi bir fark gördük. Bir göz uzmanı muayene etti, görüntülemeler yapıldı. Sonra da cerrahi müdahale gerçekleşti. Ancak travmayla olacak şekilde göz kapağını yerinde tutan bağ yırtılmış, bağlandığı yerden ayrılmıştı. Aynı zamanda gözyaşı bezi aşağı düşmüştü. Bunların ancak travmayla olabileceğini, göz uzmanıyla birlikte değerlendirdik. Gerçek bu. Ama suçlamaları yayınlayanların hitap ettiği kitle, ”Onlar zaten yalan söylüyor.” diye düşünüyor.
Yayınlarına bir adli tıp uzmanını çıkarmalarına ve uzmanın “Alternatif rapor diye bir şey yok.” demesine de üzüldüm. Biz; Birleşmiş Milletler’in tüm dünyaya kılavuz diye sunduğu İstanbul Protokolü’nü boşuna mı yazdık? Protokol zaten alternatif rapor üzerine kurulu. Eğer bir tartışma yapılacaksa bilimsel ortamlarda, donanımlı kişiler tarafından yapılmalı. Biz zaten bu vakaları, bilimsel ortamlara da sunduk.
> 140journos, belgesel yayınlanmadan önce demecinizi almak için size ulaşmaya çalıştı mı?
Ulaştıklarını iddia ediyorlar. Programı görene kadar haberdar değildim. Bana hiçbir şey sorulmadığın söyledim ve bunun üzerine bir mail paylaştılar. Maile baktım tabii. Yahoo adresime gönderilmiş. Yahoo, ilk mail adreslerimden biriydi, Gmail çıktıktan sonra bu adresi, 20 yıldır hiç kullanmadım. Kaldı ki Gmail’i de göremeyebilirim. Bana günde 200-300 mail geliyor, hem üniversiteninkini hem Gmail’i kontrol ediyorum. Yahoo’ya ise yılda ya da iki yılda bir bakıyorum. Sokaktaki insan dahi telefonumu bilirken, ihtiyacı olduğunda beni ararken, bir gazetecinin mail üzerinden bana ulaşmaya çalıştığını iddia etmesi enteresan. Herhangi bir kişi değilim ki ben, TTB Merkez Konseyi Başkanıyım. Kurumsal olarak TTB’ye veya Türkiye İnsan Hakları Vakfı’na mail atsalardı, yine bana ulaşabilirlerdi. Demek ki amaç zaten ulaşmak değil, beni itibarsızlaştırmaktı. Bunlara inananlar da vardır mutlaka ama azınlıktalar.
> Devlet politikası olarak hedef seçildiğinizi biliyoruz ama belgesel yapımcılarının buna dahil olması şaşırtıcı değil mi?
Yapılanın devlet politikasından bağımsız olmadığını ve derin devletle doğrudan bağlantılı olduğunu düşünüyorum. Kişi olarak bana değil, TTB’ye saldırmış oldular. Asıl hedef meslek örgütüydü. Yoksa bir meslek örgütünün başkanına neden saldırılsın?
> Ayrıca kızınızın eşinin Adnan Hoca’nın müridi olduğu da iddia edildi, bu konuda ne söylemek istersiniz?
Zavallı yavrum. Kızım evleneli sekiz yıl oldu, benim yaptığım muayene ise 2006’daydı ve Kardelen henüz fakültede öğrenciydi. Canım oğlumun (kızımın eşi) ablası, Adnan Hocalarla bağlantılıymış. Aile bu ilişki nedeniyle yabancılaşmış durumda. Oğlum da, annesi de ablayla görüşmüyorlar, yani ailenin böyle bir ilişkisi söz konusu değil. Bu tür tarikatlar, aile bağlarını da kopartıyor zaten.
“Mine Kırıkkanat yalan söylüyor”
> Mine Kırıkkanat da hakkınızda bir yazı yazarak bu yargısız infaz furyasına dahil oldu, sizi hedef aldı. Bu yazı sizi nasıl etkiledi?
Kırıkkanat zaten zaman zaman hakkımda olumsuz yazılar yazıyordu ve suç duyurusunda bulunmuştuk. Fakat bu yazı sonrası bir tazminat davasının da yerinde olacağına karar verdik avukatlarla. Kazandığımız tazminatı, tıp öğrencilerine burs olarak bağışlayacağım. Gerçekten çok yakışıksız ve gerçek dışı iddialardı. Ceyhun Mumcu’nun dediklerini tekrarlamış. Tabii Ceyhun Mumcu’nun dedikleri de sorunlu. 24 yıl önce olmuş bir olaydan söz ediyoruz. Mumcu, o dönemde üniversiteye başvurmuştu ve üniversite hakkımda soruşturma yaptı. Tabip Odası’na da başvurdu. Oda, soruşturmaya yer yok kararı verdi. Ben bu karar itiraz ettim, belgeleri sunmak ve soruşturulmak istedim. Çünkü ne yaptığımı biliyordum ve soruşturmanın sonucundan emindim. Üniversitede aklandım, soruşturmada aklandım, yargılandım ve aklandım. Kırıkkanat sürekli bu konuyu gündeme getiriyor ve açıkça yalan söylüyor. Hakkımdaki yalanlar ve iddialarsa bana sorulmuyor.
Muhaliflerden bahsederken belirtmek gerek; TTB Merkez Konseyi Başkanlığı yapan ve muhalif mecralar da dahil, bu kadar boyutlu sansür uygulanan yegane insanım. Hiçbir televizyon, muhalif diyebileceğimiz hiçbir gazete, sağlık politikaları konusunda dahi bana soru sormuyor. Böyle ciddi bir sorunumuz var. Benim için dert değil, herkes konuşabilir. Bizim konseyimizin her bir üyesi aynı yetkinliktedir. Komik olan, benle hiç konuşmamaları. Açık seçik bir sansür var. Tüm bunlara rağmen sokakta yürüdüğümde, insanlar tarafından en az üç kere durdurulup teşekkür işitmediğim gün yok.
> Size açılan dava dosyaları ne durumda?
Sürüyorlar. Özgür Gündem davasında beraat etmiştik. TTB seçimleri oldu, hemen ardından istinaf beraat kararımızı bozdu. Yeniden yargılanmaya döndük. TTB başkanı olmasaydım belki de istinaf beraat kararını onayacaktı. Tutuklandığım davada ise 2 yıl 8 ay 15 gün hapis cezası verildi. İstinaf cezayı onadı. Şu anda Yargıtay aşamasında. Bu koşullarda Yargıtay’ın onamaması mümkün değil. Celalettin Can’ın yaşadıklarında da gördük ki denetimli serbestlik ve koşullu salıverilme hükümleri bizlere uygulanmıyor. Ona uygulamadılar, bana da uygulamayacaklar. İdare ve gözlem kurulları kararında “Pişman olmamış, aynı suçu işler.” dediğinde, cezaevinde kalıyorsun. Bu yüzden önümüzde bir hapislik var gibi görünüyor. Zaten yeni pakette yer alan etki ajanlığı maddesi henüz yürürlüğe girmeden, troller beni etki ajanı ilan ettiler. Bu madde nedeniyle de eminim çeşitli davalarım olacaktır.
Önümüzdeki süreç, TTB’de görevi devretmemizle birlikte, benim için insan hakları mücadelesine çok daha fazla yoğunlaşacağım bir dönem olacak. Hem yeni yönetimden desteğimizi esirgemeyeceğiz hem de insan hakları mücadelemize devam edeceğiz.