Seneye bu zamanlar…

Koronavirüs salgınının sınırlar ve milliyetçilik üzerine ciddi bir muhasebe yapmamıza vesile olabileceğini düşünmüştüm. Yanılmışım.

CAFER SOLGUN

01.01.2021

İleride, “zor bir yıldı” diye hatırlanacak 2020 yılı. 2020’in adının geçtiği yerde o yıl kaybettiği yakınlarını anımsayacak birçoğumuz. Gözleri nemlenecek ister istemez; “birbirimize dokunamadık, sarılamadık, veda bile edemedik.” 

“Zor bir yıldı”; sosyal medyada ve WhatsApp gruplarında insanların birbirine ilettiği mesajlarda 2020 yılı için söylenen en hafif tanım. Birbirimize ne kadar kötü bir yıl olduğunu hangi sözcüklerle anlatacağımızı bilemiyoruz. Hissiyatını “Takvimlerden çıkaralım, yaşanmamış sayalım” şeklinde dile getirenler bile var. 

Mâlum; zamanı saniyelere, dakikalara, saatlere, günlere, haftalara, aylara ve yıllara bölerek isimlendirmek insan evladının icadı. Kuşkusuz çok önemli bir “icat” bu. Hayatı düzenlemek, planlamak, anlamlandırmak, zaman kavramının bu şekilde idrak edilmesiyle birlikte mümkün olmuş çünkü. Ama işte zaman, kendi başına ve bizim ona atfettiğimiz manalardan bağımsız olarak var. 

2020 yılı içerisinde yaşadığımız hiçbir şeyden zamanın da 2020 yılının da “haberi” yok yani. Pandemi, deprem gibi üst üste gelen, ruhlarımızı yaralayan, iz bırakan “âfetler” neticede insan eseri. 

Biliyoruz ki deprem değil, yanlış, çürük bina öldürür ve o binalar kendi kendine peydahlanmıyor… Covid-19 salgını için de geçerli bu. Doğanın olağan dengesini bozdukça daha ne tür virüsler, bakteriler ve bunların yol açtığı hastalıklarla cebelleşmek durumunda kalacağız kimbilir…

2020 yılına damgasını vuran Covid-19 salgını, önceki benzer salgınlara kıyasla en yaygın, en bulaşıcı, en ölümcül hastalık olarak, şimdiden 2020 yılını hafızalarımıza kazıdı. Daha “beter” salgınlar olur mu; bilmiyoruz. Çin’de, İngiltere’de, Rusya’da, Almanya ve ABD’de peş peşe geliştirilen aşıların bizi “eski normal” ile yeniden buluşturmaya yetip yetmeyeceğini de bilmediğimiz gibi. 

Hatırlıyoruz tabii; koronavirüs dünyayı tutsak etmeye başladığında komplo teorilerine de gün doğdu. Şimdilerde “Çin oyunu, Amerikan oyunu” diyen komplo teorisyenlerinin yeni spekülasyonu aşılara dair; “Bill Gates milyarlarca insana aşılarla çip takacakmış!” 

Bunları ciddiye almanın âlemi yok denilebilir elbette ama bu ara “Aşı olmayanlar vatan hainidir!” diye gürleyenlere ne demeli? Hastalıkla ilgili, aşılarla ilgili, özellikle de kesin sonuçları henüz tam olarak netleşmediği için açıklanmamış Çin aşısı ile ilgili sorusu olmak, kuşkusu olmak, hattâ endişeleri olmak son derece doğal oysa. İnsanlara güven vermesi gereken, devlet. Ama bir kez daha gördük ve anladık ki her konuda olduğu gibi sağlık gibi herkesin doğal olarak ilgili ve duyarlı olması gereken bir konuda da yüksek sesle düşünmek, soru sormak, kıblesi devlet olan zihniyet sahiplerince hoş karşılanmıyor. 

Hoş karşılanmamak neyse de, “vatan haini” suçlaması, “hain” olmanın kapsama alanını hayli genişletti. Daha ötesi var mıdır acep? Hangi sıfatla bilmiyoruz ama Çin aşısı telaffuz edildiğinden beri “devrede” olduğunu beyan eden Doğu Perinçek’e sormak lazım belki de…

Tabii ki aklı başında herkes gibi kafadan “aşı karşıtı” filan değilim. Bilimi, bilim insanlarının görüş ve değerlendirmelerini esas alarak hareket etmek gerekir. Fakat bu süreçle ilgili olabildiğince açık ve şeffaf olunmasını, soru işaretlerinin cevap bulmasını (Çinli aşı firması SinoVac’la ilgili spekülasyonlar mesela) istemek, beklemek de herkesin hakkı; çünkü mesele halk sağlığı ve doğrudan insan hayatıyla ilgili. 

Yaklaşık bir yıl önce koronavirüs salgını küresel bir “karantinaya” neden olmuşken naçizâne ve safiyâne bunun hayatın anlamı üzerine, birbirimize düştüğümüz sorunlar üzerine, özellikle de sınırlar ve milliyetçilik üzerine ciddi bir muhasebe yapmamıza vesile olabileceğini düşünmüştüm. Yanılmışım. O sorunlar hâlâ “sorun” ve o sorunlar etrafında fırtınalar kopmaya devam ediyor. Dünyada da, bizde de…

Misal, AİHM Büyük Daire’nin kesin ve bağlayıcı kararına rağmen Selahattin Demirtaş serbest bırakılmadı ve yargının en açık ve doğrudan şekilde yönlendirildiğine, baskı altına alındığına bir kez daha tanık olduk. Misal, Osman Kavala’nın hak ihlali başvurusunu Anayasa Mahkemesi, iyimser beklentileri boşa çıkartarak reddetti. Misal, yazıları, gazeteciliği nedeniyle Ahmet Altan ve niceleri hâlâ içeride. “Hukuk ve demokrasi reformu seferberliği başlatacağız” dediklerinde “Acaba?” demiştik oysa…

Hakkını, hukukunu savunmaktan, barış, demokrasi ve adalet için direnmekten başkaca bir “çaremiz” de, “umudumuz” da yok yani. Arada koronavirüs kuşatmasına karşı maske, mesafe ve hijyen tedbirleriyle hastaneye düşmeden yaşamaya gayret ederek…

Yeter ki acılarımız kadar, kırıklıklarımız, üzüntülerimiz, moral bozukluklarımız kadar umutlarımız, özlemlerimiz ve direncimiz; zorluklarımız kadar başarmak azmimiz olsun. Gelecek tasavvurumuzu yitirmeyelim, bugün’e mecbur ve mahkum olmadığımızı unutmayalım. 

Seneye bu zamanlar, “zor bir yıldı ama güzel şeyler de oldu” diyebilelim.