Sessizlik ya da halının altı
Suskunluk üzerine kendini kodlamış bir geleneği genç nesil Yahudiler konuşmak şekline çeviriyor. Avlaremoz bunun kanıtlarından biri.
09.03.2022
“Anneannem muhteşem bir anlatıcıydı,” demiş García Marquez, “olağanüstü şeyleri sıradan şeylermiş gibi anlatırdı.“
Benzer bir cümleyi Emekli Öğretmen Necmi Bey kurmuş : “Bana göre en doğru, yani nesnel değerlendirenler, ‘kocakarı’ dediğimiz, okuması yazması olmayan kadınlardır. Onlar belki içgüdüsel bir şekilde, tanrı vergisi bir muhakemeyle, çok enteresan şeyler söylerlerdi.”
García Marquez 1927 doğumlu, Necmi Bey ise 1939. Aynı kuşağın çocukları. García Marquez’in hayatına girmeyelim, Necmi Bey’de kalalım. Çocukluğu, muhafazakâr bir Anadolu kasabasında geçmiş.
“Sekiz-on yaşındayken dinlerdim yaşlıları. (…) Eski insanlarımızın hepsi öldü. Biz onların tanıklığını elde edemedik. Bu öyle büyük bir kayıptır ki ne arşivler bu açığı kapatabilir ne kütüphaneler. (…) Bana göre en doğru, yani nesnel değerlendirenler, ‘kocakarı’ dediğimiz, okuması yazması olmayan kadınlardır. Onlar belki içgüdüsel bir şekilde, tanrı vergisi bir muhakemeyle, çok enteresan şeyler söylerlerdi.”
García Marquez ve Necmi Bey benzerliği hoşuma gidiyor. García Marquez’in tarzını seviyorum. Yakın dönemden bir Latin yazar tanımak istedim, Alejandro Zambra’nın kitaplarını okudum. Gönlüm, García Marquez tarzından yana. (Aralarında derecelendirme yapmam.)
Necmi Bey’in cümleleri, Birbirimizle Konuşmak : Türkiye ve Ermenistan’da Kişisel Bellek Anlatıları adlı kitaptan (*)
Türkiye ve Ermenistan’ın farklı yöre ve sosyal çevrelerinden bireyler ile yapılmış sözlü tarih görüşmeleri (2009) kitaplaştırılmış (2010). Yakın tarihin nasıl hatırlandığı ve kurgulandığı ile, bireylerin kendilerinin deneyimlemediği fakat önceki kuşaklarca anlatılan olayları nasıl anlattıkları ile ilgilenen bir çalışma. Ben “nesneler anlatabilirler” takıntım ile okumaya başladım. Mesela:
“Babam da derdi ki bir sabah kalktık , Divriği’de Ermeni kalmamış. Evlere girdik, her yer dayalı döşeli duruyor. Bir evde sofra kurulmuş, çorba var, kaşıklar etrafında.” (Necmi Bey. Söyleşi yapılırken 70 yaşında, a.g.e.)
Veya:
Aram,1915 sonrası 3. kuşak Ermeni. İstanbul’da doğmuş büyümüş. Anadolu’da doktor olarak çalıştığı dönemde Ermeni kökenli Müslümanların kendisine yakınlık göstermesine şaşırır: “Kürt Mehmet diye bir adam vardı. Bana çok ilgi gösteriyor. Bir gün elinde bir bakır tepsi getirdi, arkasında Ermenice yazılar yazıyor. Meğer annesi Ermeni’ymiş.”
Ya da:
“Tabii, bunlar giderken tekrar buraya geleceğiz ümidi ile gitmişler. Giderken de pek çok eşyalarını komşularına emanet etmişler. Onlardan kalma bir dikiş makinası, el dikiş makinası, dedeme geçmiş, annemin annesi yıllarca onu kullanmış, şu anda bizim evde.” (Kamil, Akşehir)
Fakat kitabın bazı tanımları da ilgimi çekiyor: “kamusal alanda sorumluluğunu reddeden bir toplum”, “suçluluk duygusuyla başetmek”, “sessizlik.” Mesela :
“Görüşme yapılan Türkler 1915’le ilgili konuşurken genellikle tereddüt dolu ve kaçamak bir tavır sergilediler. Olayın failleri ve sorumluluk konularını tartışmaktan kaçınma eğilimindeydiler. Çoğu durumda, yerele ve bireylere ilişkin anekdotlarda ifade edilen hüzün ve pişmanlık, 1915’le ilgili genel tartışmaları belirleyen sessizlik ve savunmacılıkla çelişmekte. Buna rağmen, Türk görüşmeciler arasında yerel bellek ile kamusal söylem arasındaki uçurumu kapatmak gerektiğine dair bir farkındalığın gelişmekte olduğunun ipuçları bulunmakta. Bu durum, özellikle kimlik ve tarihe yönelik arayışlarında ulusal kimliğin sınırlarıyla karşı karşıya gelen genç kuşak için geçerli.”
Son paragrafı sevdim çünkü 20. yüzyıla ait, artık geride kalmış olduğu düşünülebilecek olanın geride kalmadığını, günümüzde karşılığının olduğunu, geçmişin hâlâ geçmemiş olduğunu söylüyor. Geçmişin henüz geçmediğine dair bir alıntım daha var:
“Görüşmeler, Ermeni kızların Müslüman ailelere katılmasının ne kadar yaygın bir uygulama olduğunu gösteriyor. Aile ve yöre tarihlerinde bu Ermeni gelinlerin izi sürülebiliyor. Mağduriyetlerine rağmen, bazı Ermeni kadınların yaşadıklarını Müslüman çocuklarına ve torunlarına aktardıkları gözlemleniyor. Benzer bir şekilde, birçok ev, arazi ve hatta iş yerinin Ermenilere ait olduğu bilindiği için, bunların izi de sürülebiliyor. Kadınlara ve mala dair hikâyeler, 1915’in geçmişte kalmayıp Türkiye’de gündelik hayatın bir parçası olmaya devam ettiğini gösteriyor.”
Kitabın yaklaşımını sevdim çünkü bir önceki P24 Blog yazısında değindiğim iç çelişkilerimin yükünü hafifletiyor. Mesela:
“Bugünlerde Ukrayna üzerinden gezegenin yanık kokusu artıyor. O esnada ben –P24 yazıları ile-, geriye dönük 100 yıllık bir zaman yayı içinde dolanıp duruyorum. Kafam karışıyor, “Ne yapıyorum ben?” diye soruyorum kendime. Sonra bir özsavunma bahanesi buluyorum: Bahçeye sivri biber ekiyor ve aynı soruyu soruyor olsaydım, vaz mı geçecektim bahçe biber işinden?” (“Dil bilimci olarak Kenan Evren” başlıklı yazı)
Ayrıca başka bir P24 Blog yazısında, sessizliğin farklı bir biçimini tanımlamayı denemiştim : “Sürmene, Erzincan ve Bartın örneklerinde, devletin doğrudan hedefi olmayan ancak devlet şiddetine tanık olan ve vicdanı olup biteni kabul etmeyen bir sessizlikten söz etmeye çalıştım. O tanıklık esnasında tanığın da ruhen ezildiğini söylemeye çalışıyorum. Türkiye toplumunun ruhen ezik olduğunu söylüyorum. “ (“İpsiz Recep’in torunlarıyız bir anlamda” başlıklı yazı)
Belki genç kuşaklar sessizliği delecekler. Yani T.C. ceberrut tarihi süresince oluşmuş, kamu vicdanında sessizlik ile birikmiş, tortulanmış –bence kistleşmiş- artık inkârı, halının altına süpürülmesi zorlaşmış zulümler sır olmaktan çıkacaklar. Avlaremoz bunun kanıtlarından biri. Suskunluk üzerine kendini kodlamış bir geleneği genç nesil Yahudiler konuşmak, söylemek şekline çeviriyor.
Kitaptan son bir alıntı ile kapatıyorum. Leyla Neyzi ve Hranush Kharatyan-Araqelyan’a, emeği geçen, katkı verenlere teşekkür ederim. Anadolu Kültür’ün kitaba katkısı üzerinden Osman Kavala Bey’e bahusus selam ederim.
“Bir suçluluk hissi var. Samimi söylüyorum. Aslında birarada yaşıyorduk, birbirimize karışmıyorduk, sonra ne olduysa zorla mallarına el koyduk. Mesela bizim arazilerimizin büyük kısmı Ermenilere aitti. (…) Hep şöyle bir inanç var. Ermenileri biz buradan sürdük, bunlar bir gün geri gelmeyi düşünüyorlardı. Geri gelmeyi düşündükleri için de altınlarını buraya gömdüler. Kulp’un her yerinde böyle çukurlar kazılıyor, altın aranıyor. (…) PKK ilk ortaya çıktığı zaman ben lise öğrencisiydim. Üç tane gerilla öldürüldü. Çırılçıplak sermişlerdi hastanenin önüne. ‘Sünnetsiz bunlar, Ermeni, o bıraktıklarını almaya gelecekler’ diye söylenirdi. Bir yer var, çobanlığa gitmiştik, bizim köyün korucubaşı gerillalarla tartışıyor. Diyor ki, ‘Biz sizin niyetinizin ne olduğunu biliyoruz, siz hepiniz Ermeni’siniz, bu yerleri bizden geri alacaksınız.’ Aynen böyle diyor. Ve emin olun çok insanın korucu olmasının nedenlerinden birisi budur.” (Adil, 1983 doğumlu, Diyarbakır-Kulp
—
(*) Birbirimizle Konuşmak : Türkiye ve Ermenistan’da Kişisel Bellek Anlatıları. “Keşke Gitmeselerdi”, Türkiye’de Ermenileri Hatırlamanın Ağırlığı, Leyla Neyzi + “Kimi affetmek? Neyi affetmek” Hranush Kharatyan-Araqelyan 2010
Tepedeki imaji: Avlaremoz'dan.