Sevgili dost Oblomov Erdal’a veda
Erdal Yavuz, tanıdığım insanların en duyarlısı, en şefkatlisi, en iyisi ve en akıllılarından biriydi.
26.05.2022
Mayıs ayı çok gaddar başladı. Önce yakın dostum Ömer Madra ile çok yıllar önce kaybettiğimiz rahmetli eşi, sevgili arkadaşımız Tanju'nun oğulları Cem'in hiç mi hiç beklenmedik, onu tanıyan herkesi derinden sarsan ölüm haberi geldi. Ardından Robert Lisesi'nden sınıf arkadaşım, nice yıllar sonra WhatsApp'ta buluştuğum sevgili Morris Mizrahi'nin grubumuzdaki mesajları kesilince aniden kalbinin durduğunu öğrendik. Hemen ardından da Robert Lisesi sıralarında başlayıp, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde ve sonra ömür boyu süren bir dostlukla bağlı olduğum Erdal Yavuz aramızdan ayrıldı.
Cem'in ölümüyle hayat öykümden bir parça koptu. Fatma'yla ben 1965 yılında evlendik; Tanju'yla Ömer 1966'da. Bizim kızımız Elvan 1968'de doğdu; onların oğlu Cem 1969'da. Ben Ömer'le, Fatma Tanju ile ne kadar yakın arkadaş olduysak, Elvan ile Cem de o kadar yakın arkadaş oldular. O bizim Cemo'muzdu. Henüz çocukken babasının hapse düşmesi, ardından annesinin hastalanıp zamansız (sadece 32 yaşında) ölümü Cemo'nun hayatına derin bir damga vurdu. Birçok bakımdan olağanüstü yeteneklere sahip, farklı kumaştan biriydi. Sıradışı bir insandı, sıradışı bir hayat yaşadı; tanıyanların bilincinde derin bir iz bırakarak aramızdan ayrıldı. Onu yazma işini yakın dostlarına bırakıyorum.
Erdal'ı yazmak ise benim işim. 1960'da İngiliz Erkek Lisesi'nin orta kısmını bitirip Robert Lisesi'ne geçenlerden biri olarak birçok yeni arkadaş edinmiştim. Bunlardan biri, dâhil olduğum çoğunluk gibi yatılı değil gündüzcü olduğu halde, duyarlılığı ve filozofluğu nedeniyle giderek artan bir yakınlık kurduğum Erdal'dı. Onunla dostluğumuz aşağıda anlatacağım safhalarıyla ölümüne kadar devam etti. Silivri'den tahliye olmamdan bir süre sonra, 14 Ocak 2020'te Kanlıca sahilinde oturup sohbet ettiğimizde, “Hayatımdan İnsan Manzaraları” kapsamında (ölümü üzerine değil ama bir gün) onu da yazmak istediğimden emin olduğum için hayat öyküsünün bilmediğim yönleri hakkında anlattıklarını bir deftere not etmiştim.
Babası 1908 Artvin doğumlu Mehmet Yavuz Bey; dedesi ise 1915'te Ruslarla savaşırken “Ko ben öleyim, yeter ki vatan sağolsun…” diyerek şehit düşen Kahyaoğlu namlı Şükrü Bey idi. 1920'de Artvin-Ardanuç'ta doğan annesi (Gürcistan kökenli) Fatma Hanım, Tarsus'ta noterlik yapan dayısına evlatlık verilmiş; küçük yaşta bir sevgiliden hamile kalınca kürtaj olmak zorunda kalmış, o sıra Erzincan'da görevli bir polis memuru olan memleketlisi Mehmet Yavuz Bey'le evlenmişti. Mehmet Bey 1939 Erzincan depremi sonrasında polislikten istifa ederek Sağlık Bakanlığı'na memur girince aile Ankara'ya yerleşmiş, çiftin yegane çocukları olan Erdal, 2 Mayıs 1944'te orada dünyaya gelmişti. Kısa süre sonra Artvin Devlet Hastanesi'ne tayini çıkan Mehmet Bey, Erdal 5 yaşına geldiğinde bu defa İstanbul Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi'nde görevlendirilmişti. Erdal'ın hatırladığı kadarıyla İncirli'de sahile inen yol üzerindeki bir eve yerleşmişler, evin üst katında oturan Ermeni komşularını çok sevmişti. (Burada oturdukları sırada ipten kement yapıp üzerlerinden geçen uçakları yakalamaya çalıştığını hatırlıyordu.) Bugün Taş Mektep olarak anılan binada ilkokula devam etmiş, sınıfında olağanüstü resim yeteneğiyle temayüz etmişti.
Mehmet Bey bir süre sonra Baltalimanı Kemik Hastalıkları Hastanesi'ne idari memur olarak tayin olunca aile Rumelihisarı'nda iki odalı bir eve taşınmış, Erdal Şair Nigar İlkokulu'na devama başlamıştı. Üçüncü sınıfta okurken sınıf öğretmeni Cevriye Hanım, Erdal'ın sıradışı müzik yeteneğini keşfetmiş, babasına “Erdal'a bir keman alın, ben ona bedava ders vereceğim…” demiş, ne var ki aile bütçesi buna elvermemişti.
Onu çok yetenekli bulan Rumelihisar'daki komşuları Mehmet Ali Pazarbaşı Beyin ısrarı üzerine babası Erdal'ı Robert Lisesi'nin giriş sınavına sokmuş, Erdal da sınavı hem de tam burslu öğrenci olarak kazanmıştı. (Türkiye Komünist Partisi 1951 tevkifatı bağlamında tutuklanan ve birkaç yıl hapis yatan Mehmet Ali Bey'den dinlediklerinden etkilenerek sosyalistliği benimseyen Erdal kurulduğunun ertesi yılı Türkiye İşçi Partisi'ne üye yazılacaktı.) Okuldan aldığı burs karşılığında haftada üç gün derslerden sonra telefon santralında ve kayıt işlerinde çalışan Erdal, kız arkadaş edinmeye fırsat bulamıyordu. Aile kıt kanaat, güç bela geçiniyor, Erdal babasının kendisine uyarlanan eski elbiselerini giyiyordu. Durumunu şöyle özetliyordu: “Beş param yoktu; tek bir kızla dahi tanışma, konuşma fırsatım olmadı. Hayatım okul ile ev arasında geçti…”
Annesi Fatma hanım 1962 senesinde kansere yakalanarak vefat edince babası başka bir hanımla evlendi. Erdal lisede okurken Mehmet Ali Bey'in özendirmesiyle edebiyata merak saldı. Yazdığı şiir ve öyküler Robert Lisesi'nin dergisi Spectrum'da yayımlandı. Liseyi bitirince, babasının ısrarıyla Robert Kolej Yüksek Okulu'nun mühendislik bölümü sınavına girdi ve kazandı. Burada ünlü matematikçi Cahit Arf'ın verdiği derste en yüksek notları aldı. Ne var ki mühendislik ona hiç uymuyordu; o sosyal bilimlere eğilimliydi. Mehmet Ali Bey babasını Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'ne (bundan böyle SBF) gitmesi konusunda ikna edince Erdal fakültenin 1964-65 öğretim yılı giriş sınavını ilk 5'te kazanarak başkente taşındı ve fakülte yurduna yerleşti. İkinci sınıfta, Robert Lisesi'nden arkadaşımız Nuri Çolakoğlu'nun aracılığıyla TRT dış haberler müdürlüğünde İngilizce çevirmen olarak iş bulunca, mali bakımdan rahat nefes aldı; mezun olana kadar da bu işte çalıştı.
Erdal ile Robert Lisesi'nden sonra SBF'de buluşmuştuk. İkimiz de sol eğilimli öğrencilerin buluştuğu Fikir Kulübü'ne üye olmuştuk. Kutlay Ebiri'den sonraki başkanı olacağı Barış Derneği'ni Erdal'la birlikte kurduk. 29 Kasım 1965'te Fatma ile kıyılan nikahımız sonrasında yakın akraba ve arkadaşlarla birlikte yediğimiz yemekte tabii Erdal da bizimleydi. Nisan 1966'da Mahir Çayan'ın başkanlığını yaptığı Fikir Kulübü'nün desteğiyle başkan seçildiğim SBF Öğrenci Derneği seçimlerinde yönetim kurulu üyeliğine seçilenlerden biri de tabii ki oydu.
Fikir Kulübü üyeleri ve sempatizanları destekledikleri adayların seçimleri kazanması üzerine fakülte koridorlarında Enternasyonal'in ve İtalyan Komünist Partisi'nin marşı “Avanti Poppolo”nun da söylendiği coşkulu gösteriler düzenlediler. Bunlara yüzlerce öğrenci katıldığı halde savcılık sadece iki Fikir Kulübü üyesi hakkında komünizm propagandası yaptıkları iddiasıyla soruşturma açtı. Bu öğrencilerden biri Erdal, diğeri de (sonradan bir hayli sağ görüşlere meyledecek ve şairliğiyle ün salacak) İsmet Özel idi.
Aradan beş yıl geçtikten sonra, 1971’de delil yetersizliği nedeniyle aklandılar ise de, savcılığın itirazı üzerine Yargıtay eksik soruşturma gerekçesiyle beraat kararını bozdu. Nihayet 1972 sonunda mahkeme, SBF Yönetim Kurulu’nun disiplin yönetmeliği açısından herhangi bir işleme gerek görmediğine dair oybirliğiyle verdiği karara dayanarak İsmet Özel’in beraatine, ifade vermeye gelmeyen Erdal Yavuz’un ise bulunduğunda sorgusunun yapılmasına hükmetti. Yargıtay’ın kesin beraat kararı yetişmese Erdal, sürmekte olan bu dava yüzünden az daha kazandığı devlet bursuyla doktora yapmak üzere Fransa'ya gidemeyecekti.
Haziran 1967'de SBF'den mezun olmamdan sonra, benden bir yıl sonra mezun olacak Erdal ile seyrek görüşür olmuştuk. 12 Mart 1971 askeri müdahalesi sonrasında radikal sol görüşlerim nedeniyle güvenlik kuvvetlerince aranmaya başlamıştım. Çeşitli maceralar yaşadıktan sonra 1972 Ağustos'unda ülkeden kaçmayı başardım ve bir şekilde yolum Fransa'ya, Strasbourg'a düştü. Fatma'nın o sıra Strasbourg Üniversitesi'nde psikoloji öğrenimi gören kuzeni rahmetli Ahmet Kaptan'ın tek odalı evinde kalmaya başladım. Ahmet geceleri bir restoranda çalışıyor, gündüzleri eve gelip uyuyordu. Dolayısıyla o gelir gelmez evden ayrılıyor, akşama kadar sokakları arşınlıyordum.
Fransa'da ne yapacağım konusunda hiçbir fikrim yoktu. Öncelikle Strasbourg Üniversitesi'nde doktora yapmakta olduğunu bildiğim Erdal'ı bulmam, onunla durum muhakemesi yapmam gerekiyordu. Erdal (benim gibi) SBF Diplomasi ve Dış Münasebetler Şubesi'nden mezun olduğu halde (benim gibi) diplomat değil akademisyen olmaya karar vermişti. Milli Eğitim Bakanlığı'nın açtığı yurtdışı doktora sınavında kazandığı bursla, "İletişim Bilimleri" alanında doktora yapmak üzere Strasbourg Üniversitesi'nde okumaya başlamış; bu amaçla Fransızca öğrenmeyi de göze almıştı.
Ahmet'in saldığı haberlere rağmen bir türlü Erdal'ın nerede oturduğuna, nasıl bulunabileceğine dair bilgi edinemiyordum. Tanıyanların tek söylediği şey, uzun süredir ortalıkta görünmediğiydi… Hayli günler geçtikten sonra Erdal'ın General De Gaulle Bulvarı üzerinde bir yerde oturduğuna dair bir bilgi ulaştı. O andan itibaren söz konusu bulvarı bir aşağı bir yukarı arşınlamaya, apartman kapılarında yazılı adları bir bir okumaya başladım.
Eylül 1972 sonlarında bir gün nihayet çok katlı apartmanlardan birinin kapısında, hayır Erdal'ın değil ama Taner Beygo'nun adına rastladım. Taner'i İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nde asistanlık yaptığı sırada, rahmetli dostum Bülent Tanör aracılığıyla tanımıştım. Strasbourg'da bulunduğuna dair en küçük bir fikrim yoktu. Tereddütsüz zili çaldım. Taner kapıyı açıp karşısında beni görünce hayli şaşırdı, ama sağolsun hemen içeri buyur etti. Onunla ve (o sıra) eşi Duygu'yla Fransa'da ne yapabileceğim üzerine uzun uzun sohbet ettik. Taner bir süredir Avrupa İnsan Hakları Komisyonu'nda görevli olarak çalışıyordu. Fransa'ya iltica etmem ve bir iş bulmam konusunda yardımcı olmayı vadetti. Ama söylediği en önemli şey, Erdal'ın bir arkalarındaki çok katlı apartmanda oturuyor olmasıydı.
Vakit çok geç olmuştu; Erdal'ın kapısını çalmak için ertesi günü bekledim. Kapıyı açıp karşısında beni görünce Erdal'ın geçirdiği şaşkınlık Taner'in yaşadığından daha büyük oldu. Sevinçle kucaklaştık… Onu kolay bulamamıştım, çünkü yaklaşık kırk gündür evden hiç dışarı çıkmıyor, anlattığına göre o sıra bir sigorta şirketinde çalışan sevgilisi (sonra eşi) Irene işteyken o ev işlerini üstleniyor; yemek pişiriyor, temizlik yapıyor, bu arada gelen giden arkadaşlarıyla satranç, tavla, briç, vs. oynuyordu… (Irene, Erdal'ın ilk eşi değildi. Burs kazanarak Fransa'ya okumaya giderken aile çevrelerinin çöpçatanlığı ile bir evlilik yapmış, ne var ki bu evlilik bir yıldan az sürmüştü.)
Üzerine yapışıp kalan, gerçekte hayat öyküsünden de görüleceği üzere ona kesinlikle ve asla yakışmayan “Oblomov” lakabını (İvan Gonçarov'un ünlü roman kahramanına atfen) lisedeyken ona ben takmıştım. Ne var ki Strasbourg'da buluştuğumuz günlerdeki hali bu yakıştırmaya pek uyumluydu. Irene hamileydi; yakında bir çocukları olacaktı. Erkek olursa adını Devrim koymaya karar vermişlerdi. (Nitekim Haziran 1973'te bir oğlu olduğunu öğrendiğimizde, “Devrimi de evde yaptın Erdal!” diyerek ona takıldığımı hatırlıyorum.)
Hemen o gün Erdal ve Irene'in yanına taşındım ve Strasbourg'dan ayrılana kadar da onlara konuk oldum. Erdal ile o güne kadarki hayatlarımızın bir muhasebesini yaptık. (Sonradan ortak arkadaşlara o günlerde benim ne kadar keskin bir devrimci olduğumu, biraz de eğlenerek anlatmış…) Bana harika yemekler pişirdi. O günlerden kalan hiç unutmayacağım anılardan biri de, bulunduğumuz sekizinci katın balkonundan aşağıya işaret ederek, “Bak, benim otomobilim…” diyerek parkta duran aracı (turuncu renkte bir kaplumbağa VW) göstermesiydi. Ehliyeti olmadığı için henüz kullanamıyordu, ama bir gün kullanacağı umuduyla otomobili ikinci elden, ehven bir fiyata satın almıştı.
Çeşitli temaslar sonunda Fransa'dan iltica almamın hayli uzayabileceği, buna karşılık bunun İsveç'te kolaylıkla mümkün olacağı anlaşılınca Erdal, Irene, Ahmet, Taner ve Strasbourg'daki diğer arkadaşlara veda edip Stockholm'e yollandım. Erdal'la Stockholm – Strasbourg arası yazışmalarımız bir süre devam ettikten sonra kesildi. Ben 1974'te çıkarılan genel aftan; ikimiz de kısa dönem yedek subay olarak askerlik yapmamıza imkan veren yasadan yararlanarak 1975'te yurda döndük. Bu tarihte Erdal “Avrupa'da Jön Türk Basını” üzerine tarih ağırlıklı teziyle doktorasını tamamlamış ve Irene ile birlikte kesin dönüş yapmıştı. Benim doktoramı tamamlayıp yurda kesin dönüş yapmam ise 1981'i bulacaktı.
Erdal ile Irene, Türkiye'ye gelmelerinden dört yıl sonra 1979'da, Devrim henüz 6 yaşında iken boşanmaya karar verdiler. Çok yönlü yetenekleri olan Irene kısa sürede Türkçe öğrenmekle kalmadı, Ankara'daki Fransa Büyükelçiliği'nde iş buldu; bir süre sonra da Fransa Dışişleri Bakanlığı'nın davetiyle bakanlık hizmetine girdi. (Emekli olana kadar çeşitli ülkelerde görev yapan Irene'e anılarını yazması için baskı uyguluyorum.) Bu arada Irene'in başına elim bir kaza geldi. 1983 yılında Ankara'da düşen THY uçağından yaralı olarak kurtulduktan sonra tamamen iyileşmesi bir mucizeydi. (Oğulları Devrim ise babası gibi sosyal bilimci olmayı seçti. 2006'da Kanada'nın McGill Üniversitesi’nde doktorasını tamamladı. Halen Lehman College City University of New York'ta Sosyoloji Bölümü öğretim üyesi.) Erdal, Irene'den ayrılmasından bir yıl sonra SBF sıralarından arkadaşı, üçüncü ve son eşi Zerrin (Ediboğlu) ile evlendi ve 1985'e kadar onunla evli kaldı. (Daha sonra bir kısmını tanıdığım çeşitli sevgilileri olacaktı.)
Erdal'ın yurda dönmesinden sonraki ilk işi Ankara Üniversitesi Dil Tarih Coğrafya Fakültesi Tarih Bölümü'nde Prof. Dr. Afet İnan'ın asistanlığı oldu. 1979'da aldığı davet üzerine Ortadoğu Teknik Üniversitesi, ODTÜ Ekonomi Bölümü'ne geçti ve o tarihten sonra da uzmanlık alanı iktisat tarihi oldu. 1980'de dekan yardımcısı seçildi. 12 Eylül askeri yönetiminin 1981'de çıkardığı YÖK Yasası'na karşı eylemlere katıldı; 1983'te üniversiteden atılmaları protesto için görevinden istifa etti. Yaklaşık altı yıl sonra akademik kariyere dönene kadar çeşitli işler yaptı. Ankara'da ABC Kitabevi'nin müdürlüğünü yaptı. (Devrim'e anlattığına göre, kitabevinin üç dört katlı merkezinin tasarımını yapmış olmaktan gurur duydu.) Daha sonra İstanbul'a taşındı. Önce İngilizce öğreten bir dil okulunun müdürü, daha sonra da Nokta dergisinin yayın kurulu üyesi oldu.
Temasımızın çok seyrekleştiği, beni kendisini ihmal etmekle suçladığı dönem bu oldu. Görece masumdum; Türkiye'deki yeni hayatımın güçlükleriyle cebelleşiyordum. Yurda döndükten sonra yaklaşık on yıl süreyle Cumhuriyet gazetesinde editörlük ve yazarlık, ardından Türkiye Sosyal ve Ekonomik Araştırmalar Vakfı TÜSES'te yaklaşık bir yıl müdürlük yaptıktan sonra 1992-93'te Deniz Baykal'ın çağrısı üzerine dokuz ay kadar CHP'de Araştırma Merkezi müdürü ve grup danışmanı olarak çalışmak talihsizliğine uğradım.
Bu dönemin mutlulukla andığım yegane yönü, 1989'dan itibaren ODTÜ'ye dönerek Ekonomi Bölümü'nde öğretim üyeliği ve sonra bölüm başkanlığı yapan Erdal ile yeniden yoğun bir ahbaplık dönemi yaşamak oldu. Erdal'ın müzik, resim, yazılı – sözlü ifade alanlarındaki üstün becerilerinin yanında usta bir aşçı olma niteliğine de sahip olduğunu Strasbourg'da keşfetmiştim. Anıttepe'deki evinde bana ne yemekler yaptı, ne ziyafetler çekti, hayatlarımızın, yaptıklarımızın anlamı – anlamsızlığı üzerine ne derin sohbetler yaptık, bilemezsiniz… Sevgili ve değerli kedisi İrma ile de orada tanışmak şerefine nail oldum.
Tarih Vakfı'nın ve Türkiye Sosyal Bilimler Derneği'nin kurucu üyesi olan Erdal akademik kariyerde ilerledi; 1994'te doçentliğe, 2002'de de profesörlüğe atandı. 2002'de aldığı davet üzerine ODTÜ'den ayrılarak Samsun Ondokuzmayıs Üniversitesi'nde İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi kurucu dekanı ve rektör danışmanı oldu. 2006'da emekli olduktan sonra İstanbul'a taşındı ve Yeditepe Üniversitesi'nde “Uygarlık Tarihi” dersleri verdiği gibi Sosyal Bilimler Enstitüsü ve Stratejik Araştırmalar Merkezi müdürlüklerini üstlendi. 2013'te aldığı davet üzerine KKTC'deki Yakın Doğu Üniversitesi'ne geçti; dört yıl süreyle orada dersler verdi. 2017'de fiilen ve tamamen emekli olduktan bir süre sonra Urla'da, oğlu Devrim için satın aldığı eve yerleşti. Ekim 2021'de geçirdiği kalp ameliyatından sonra pili giderek tükendi ve 17 Mayıs 2022 sabahı aramızdan ayrıldı. Onu 21 Mayıs günü oğlu Devrim, eşi Alison, eski eşleri Irene ve Zerrin yanı sıra yakın arkadaşlarının katıldığı bir törenle Aşiyan mezarlığında anne ve babasının yanında toprağa verdik.
Evet, Erdal ile 1960'ta Robert Lisesi sıralarında tanıştık, Mülkiye yıllarında dost olduk, sonrasında bazen kısa, bazen uzun süreler ayrı kaldık, ama her zaman yakın olduk. O tanıdığım insanların en duyarlısı, en şefkatlisi, en iyisi ve en akıllılarından biriydi. Felsefi – siyasi görüşlerimiz her zaman çok yakın oldu. Dostluğu benim için çok değerliydi. Pandemi nedeniyle Urla'ya gidemediğim için çok pişman ve üzgünüm. Ölümünden bir hafta kadar önce yaptığımız son telefon konuşmasında, elindeki paket bittiğinde sigara içmeyi bırakacağına söz vermişti; ben de yaz başında onu görmeye gideceğime… Nasip değilmiş.
ODTÜ'den öğrencisi ve arkadaşı Işık Özel'in ardından yazdıkları Erdal Yavuz gerçeğini çok iyi yansıtıyor: “Hayatımızdan inanılmaz güzel ve çok özel bir insan gelip geçti. Hem muzip hocamızdı, hem can arkadaşımızdı Erdal Yavuz. Yüreği yumuşacıktı, ruhu hassas mı hassas. Sanki başkalarına iyi gelmek için gelmişti dünyaya. Muziplik yapardı sırf siz kendinizi iyi hissedesiniz diye. Şarkı söylerdi, dans ederdi, yardım ederdi. Her yerde, herkesle ahbap olurdu. Hatta bazen yorulurdunuz yoldan geçerken, vapurda giderken, kahve içerken, otobüse binerken kurduğu ahbaplıklardan… Sadece arkadaşları, ahbapları değil, Anıttepe'nin, Kadıköy'ün, Gümüşlük'ün ve Urla'nın kedileri de alırlardı onun iyiliğinden paylarını.” (T24, 24.5.2022)