Sevgili Mahir Bey
Neden bu ısrar? Neden bu sağlık sorunlarının aşikar olmasına rağmen Mahir Bey’i hapiste tutma ısrarı? Bana kalırsa mesele Mahir Bey’in, siyasetin oluşturduğu ve sürekli tekrarlayarak da ezber haline getirdiği şablonların dışına taşan ve o ezberleri bozan biri olması

02.04.2025
Mahir Polat ile hiç yüzyüze tanışmadık, hiç konuşmadık. İstanbul Büyükşehir Belediyesi (İBB) Genel Sekreter Yardımcısı olarak, kentin kültür mirasını restore edip korumanın da ötesinde, “tarihin içinde yaşanır ve sosyalleşebilir mekânlar” yaratması beni Mahir Bey’e bir İstanbullu olarak uzaktan aşina kılan en önemli husustu. Ve tabii, sadece tarihsel bakımdan değil; kültürel olarak da İstanbul’a birçok mekânı kazandırdı Mahir Bey.
İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’nın “silahlı terör örgütüne yardım” suçlaması yönelttiği Mahir Bey, Reform Enstitüsü Direktörü Mehmet Ali Çalışkan ve Şişli Belediye Başkanı Resul Emre Şahan, İstanbul 10. Sulh Ceza Hakimliği’nce bu zanla tutuklanmıştı. Böylece, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu ile beraber gözaltına alınıp tutuklanan 91 kişiden biri olmuştu.
Mahir Bey’in, DEM Parti ile “Kent Uzlaşısı” gerçekleştirilmesi zannı ile tutuklanması, İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu ve bu operasyon kapsamında tutuklananlarınki kadar tuhaf ve temelsiz; ama bir de, kendisi tiroid kanseri, kronik yüksek tansiyon ve 6 stent, 4 de anjiyo gerektirecek denli ciddi kalp ve diğer sağlık sorunlarının da mağduru – sadece hukuksuzluğun değil…
Hapsedilemeyecek bir miras
İBB Miras, İBB Kültür, İBB Sosyal ve Tarihi Kentler Birliği Genel Sekreterliği görevini yürüten Mahir Bey’in yaklaşık altı yıllık görev sürecinde, 62 anıt ve mimari eser, 197 tarihi çeşme, 588 tarihi mezar, 19 türbe ve kamuya açık mekândaki 34 sanat eseri restore edildi. 21 yeni müze ve kültürel alan açıldı.
Onu hapsetseniz, 6 yıllık mirası kentin her yerinde…
Doktoradan sonra Türkiye’ye döndükten sonra, kışın haftasonları çocukla nereye gidilir ne yapılır diye sorduğumda saf saf; “AVM’ler” yanıtını almıştım. Bu yanıtı aldığım da, ikinci doktora çalışmamdaki sınıf arkadaşlarımdı. Kentlerimiz, böylesi her bakımdan çölleşen ve ortak kültür mekânları olamayan bir haldeydi – hâlâ da öyle… Ama İstanbul gibi çok zengin bir kültürel mirasa sahipken çok da tahribata uğramış bir şehirde Polat’ın arka planında olduğu çabalar, kısa zamanda çok şeyi değiştirdi.
Mahir Bey, bir konuşmasında şöyle diyordu:
“[İstanbul’un] üstünde kapalı bir şeyi olan, çatısı olan, para harcamadan, kamusal olan mekânı yok. Bakın kültür merkezi demedim. Sinema demedim, tiyatro demedim, gerek yok. Bir insan evinden çıktıktan sonra para harcamadan üstü kapalı bir mekâna gidemez mi, bu şehirde, bu ülkede… Adımınızı attığınız yerde para harcamak zorunda mısınız? Cebinizdeki para yetmiyorsa, gençseniz ya da çalışıyorsanız yoksulsanız bir şekilde bu şehri yaşamak, bu şehrin parçası olmak, bu şehirde hakkınız olduğu hissini nereden alacaksınız? Belediyelerin ve kamunun bu ayıbı ortadan kaldırması lazım.
Buradaki temel tavır şu, halkın daha fazla üstünde çatısı olan mekânı kullanma hakkı vardır. Ne yapacağı kendisine kalmış. Biz orada kültür dayatmayacağız, kültür budur, kültür şudur, herkes kültürlü olsun, yok, yaşıyoruz. Bu kadar kültürlü olmaya ihtiyacımız bile yoktur belki. İnsanla buluşmaya ihtiyacımız vardır, oturmaya ihtiyacımız vardır. Dışarısı çok soğukken kliması olan bir mekân bulmaya ihtiyacımız vardır, bu kadar… Bununla beraber medeniyet gelecek. Bizim medeniyet kaybımız insanlarımızın eksikliğinden değil, ortak alanlarımızın eksikliğinden.”
Ortak alanlar, ortak kimlikler…
Mahir Polat’ın bahsettiği bu “ortak mekânların” arasında, Taksim Meydanı’ndaki Sevgi Soysal Kütüphanesi’nin yeri ayrı. Taksim’in orta yerinde, hep gençlerle dolu; dolayısıyla da cıvıl cıvıl bir kütüphane. 2022’de açılan bu ortak kültür alanı, teyzemin adını taşıdığından benim için bir gizli gurur kaynağı…
Ama kişisel bu detay dışında, 2019’da Ekrem İmamoğlu İstanbul Büyükşehir Belediyesi Başkanı olduğundan beri, birbirinden çok farklı kadınların isimleri, kentin çeşitli yerlerinde açılan kütüphanelere verildiğine de dikkat çekeyim. 2021’de açılan Hasanpaşa Gazhanesi’ndeki İBB Afife Batur Kütüphanesi ve 2020’de Fatih’te açılan Ayşe Hatun Kütüphanesi gibi… 2018’de kaybettiğimiz İstanbul Teknik Üniversitesi profesörü mimarlık tarihçisi Afife Batur ile, 18. yüzyılın sonlarında yaşamış Kadiriyye tarikatının Resmiyye kolunun şeyhi Şeyh Mustafa Ahî Resmî Efendi’nin annesi Ayşe Hatun bambaşka tarihler ve konumların kadınları; fakat İstanbul’un kültür mirası onları birleştirmişti. Keza, Bayrampaşa’da iki ayrı kütüphanenin, ilk kadın gazetecilerimizden Suat Derviş ve yazar ve mutasavvıf Sâmiha Ayverdi’nin adlarıyla yaşadığını unutmayalım. Devrimci kimliği ön plana çıkan Derviş ve Rifâ’i tarikatının “Şeyhikası”, muhafazakârların “efsanevi” Kubbealtı Cemiyeti’nin kurucularından Ayverdi…
Artık klasikleşen ve siyasetin dayattığı “kültürel hegemonyalarımızda” ne kadar zor bu farklı, hatta zıt kimlikleri bir arada yaşatmak. Ancak, bir o kadar da doğal ve olması gerektiği gibi: çünkü, İstanbul bu; çünkü, Türkiye bu…
Mahir Bey, her biri ayrı komplike ve iç içe geçmiş sağlık sorunlarına rağmen ısrarla hapiste tutuluyor. Başta bahsettiğimiz gibi, dört anjiyo geçirdi ve bu anjiyoların ikisi de sadece iki aylık süreçte…
Neden bu ısrar? Neden bu sağlık sorunlarının aşikar olmasına rağmen Mahir Bey’i hapiste tutma ısrarı?
Bana kalırsa mesele Mahir Bey’in, siyasetin oluşturduğu ve sürekli tekrarlayarak da ezber haline getirdiği şablonların dışına taşan ve o ezberleri bozan biri olması. Toplumsal ağırlığı olan çok farklı kadınların isimlerinin İstanbul’un kütüphanelerinde birleşmesinin gösterdiği gibi, Polat’ın zihninde birbirleriyle çatışan kimliklerin toz ve dumanı yoktu. 31 Mart 2024 yerel seçimlerinde, Fatih Belediye Başkanı adayı olarak yarışırken, Habertürk’ten Nihal Bengisu Karaca’ya verdiği röportajda şöyle diyordu:
“Batıdan da doğudan da büyük insanlık hikâyelerini toparlamamız, oradaki deneyimi almamız ve ona hürmet etmemiz lazım ama en çok kendimize hürmet etmemiz lazım. Çocukluk travmalarını aşmamız lazım. Kendimizi sevmemiz lazım, yanımızdaki arkadaşımız da sevmemiz lazım. Yaptığımız işi sevmemiz lazım.
Samimiyetle şu işe sarılıp kendi medeniyetimizi toplarken, insanlığa da yeni yollar göstermemiz lazım. Totaliter bir rejimle değil, halka güvenerek yürüdüğümüzde bence çağdaş zamanın en özgün toplum sözleşmesini üretecek toplum biziz. Sadece İstanbul’da bile öyle yaşam kültürleri var ki, ben buna çok güveniyorum.”
Olan ve oluşabilecek ortaklıklardan ziyade çatışmaların egemen olduğu bir toplumun varlığından gücünü alan siyasi çizgi için tam da böylesi birleştirici bir zihin dünyası sorun teşkil ediyor.
Kentin canavar yüzünü de görmek…
Armağan Çağlayan’ın, “Gör Beni Seçim Özel” programına konuk olan Mahir Bey, Türkiye’nin en önemli meselesinin yoksulluk olduğunu söylemiş; İstanbul’un yoksul çehresine de dikkat çekmişti. Hatta şöyle demişti: “İstanbul’un en önemli kimliği bence yoksul olması ve bu yoksul kentin kendi derdini anlatabileceği yeterince kapı çalabileceği sosyal bir ağ yok”.
Sadece şehrin bitap düşen ancak nihayetinde birikime dayanan kültürüne yüzünü dönmedi Mahir Bey; kentin “çirkin çehresi” yoksulluk ile ilgili de özellikle görevlenip çalıştı.
İşin bu yönü özellikle ilginç; tıpkı tutuklu İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu gibi, Mahir Polat da bir “köy çocuğu”. Tüm çocukluk ve ergenlik dönemini köyde geçiren; eğitim ve çaba sayesinde, liyakatle “bir yerlere gelen” ve geldikleri makamı da, “onurlandırmak” arzusu olanlardan bahsediyoruz.
Yoksulluktan gelip yağmalamaktan değil de; eşit biçimde dağıtmaktan bahsediyoruz. Sadece, belli miras mekânları güzelleştirmek değil; işin daha da “derin” tarafından söz ediyoruz.
Kent yoksulluğunun; ötesinde Türkiye’nin yokulluğunun sona erdirilmesinden…
Dönüp dolaşıp zorbalık ve derebeylikler
Armağan Çağlayan ile mülakatında şöyle diyordu Mahir Polat:
“Erzincan dümdüzdür. Bahçelievler’e ilk geldiğimizde yamaçların, tepelerin üstüne yapılmış evlere, neredeyse bitişik balkonlara çok şaşırmıştım… 1980 sonrası etkilerini yaşayan kent hem fırsatçı hem tekinsizdi. Şehir zorbalığının, herkesin kendi derebeyliklerinin had safhada olduğu yıllardı”.
1990’lar sonrası çok aykırı bir şey anlatmıyor Mahir Bey…
Aykırı olan, 21. yüzyılın 2. çeyreğinde Türkiye’de yaşadığımız…
Mahir Bey, bugünlerde Türkiye’nin 21. Yüzyılının ikinci çeyreğine adım attığımız şu günlerde, bir “Gulag”a dönüşmüş Silivri Cezaevi’nde…
Mahir Bey’in suçu ne?
İfadesinde şöyle diyordu:
“Ben hayatımın üçte ikisinde tarih ve kültür araştırmalarına, milli değerlerimizin ortaya çıkması için çalışmalar yaptım, 21 yıldır eski eser koruma-restorasyon alanında, Osmanlı ve Türk eserlerini korumak ve yaşatmak için çalışıyorum. İstanbul’da yaklaşık 127 tane eser, türbe restorasyonu ve tanıtımını yaptım, kamuoyunda bu özelliğim ile bilinirim. Benim terör ya da terör örgütleriyle herhangi bir bağlantım yoktur.”
Gerçekten de: Öyle ve böyle…
O vakit…
Ha, şu da var; Mahir Bey’in tutukluluğu ve tüm bu tahakkümle İstanbul’a haksızlık da yapılıyor; kentin milyonlarca ayrı mirasından zaman çalınıyor.